Nisan ayın son haftası, kasım ortası sanki. Yer yer güneş parlıyor, yer yer yağmur, dolu, diş kıran bir rüzgâr esiyordu.
Halit işte erken çıkmıştı. Bahçeye domates, biber, çilek fideleri dikmek için başladı bellemeye. Kafası siyah kanatları gri, göğsü beyaz ve kırmızımsı tüyleri olan küçücük bir serçe kuşu geldi yanına. “onu süzdü ve mırıldandı. “Kırlangıç kuşu olabilir mi? Bilmiyorum. Ben kuş çeşitlerinden anlamam”.
Serçe öylesine sevimli ki onu anlatmaya kelimeler yetmez. Sanki kırk yıllık dostlar. Öyle bakışları var ki mazlum mazlum bakan bir çocuk sanki. Halit hangi yöne dönse, o uçup gene karşısına dikiliyordu. Arada bir onun omuzuna kondu. Gitti bir avuç buğday getirdi, avuçlarında uzattı ona. Sadece iki tane aldı. Arada bir toprakta çıkan solucanları alıp gitti ve iki dakika geçmeden tekrar geliyordu. Halit’in karşısına konuyordu.
Halit onun insana alışık olduğunu düşündü. Omuzundan aldı, okşadı. Bıraktığında, uçtu kiraz dalına kondu. O Halit’in gözlerine Halit’te onun gözlerine baktı. Daldan uçtu geldi önce Halit’in omuzuna oradan da Halit’in karşında yere kondu. İlk kez böylesine güzel, böylesine dost, korkusuz, sevgiyle bakan bir kuşla baş başa olduğunu düşündü. Güneş sokakları saran yüksek binaları aşınca, o “belki dağların duruklarında da aşmıştır” dedi kendi kendisine. Koluna baktı, saati yoktu. Serçe havalandı Halit’in omuzuna kondu. Avcuna aldı. Başını okşadı, öptü. ”Haydi, akşam karanlığı çökmeden sen yuvana, bende odamın yalnızlığına çekileyim” dedi ve havaya saldı onu. Serçe kiraz ağacın dalına kondu ve döndü Halit’e baktı. Halit başını salladı “, sevinç kuşum, benim küçük dostum, yuvana dönmek istemiyor musun” diye seslendi ona.
Halit unu uçurtmak için avuçlarını bir birine vurdu. Serçe oradan uçtu, Halit’in tepesinde bir daire çizdi ve uzaklaştı. Halit gözden yetirinceye kadar arkasından baktı. Sonra bahçe aletlerini topladı ve bahçe evine yerleştirdi.
Eve girerken “ bu kuşla yaşadıklarım bir rüya mıydı” diye mırıldandı. Gitti yarım saat kadar sıcak suyun altında dikildi duşta çıkıp kurulandı. Akşam yemeği için mutfağa gitmedi. Erkenden yatağa gitti. Uzanmadan Ana Maria Schubert’in bir CD’sini CD çalara yerleştirdi, klasik bir müzik parçası dinlemeye başladı. Öyle uyudu. Sabahlayın uyandığında yorgunluğunda eser kalmamıştı. Kalktı, pencereyi açtı. Gökyüzünde pırıl pırıl bir güneş ve temiz bir bahar havası aydınlığı aktı yatak odasının içine. Ve yüreğine de sevinç aktı. ..
Çalışma odasına geçti. Bilgisayarını açtı. Karşısına çıkan fotoğrafa uzun uzun baktı. “Sevdiğini yitirmek derin bir bıçak yarasıysa, sevdiğine seni seviyorum diyememek yüreğe inen on bıçak yarasıdır” diye mırıldandı.
“İnsanların seni en çok sevdikleri zaman, onların işine en çok yaradığın zamandır” demiş Bukowski. Ama ben seni beklentisiz seviyorum. Belki sen ve hiç kimse bilmeyecek bu sevgimi.” dedi.
Parmakları şu dizeleri yazdı:
“Ben yaşlı bir çınar
Sen taze bir fidansın
Olsun!
Her gece bir şiir yazıyorum gözyaşımla sana
Diyorum teninin sıcaklığına
Karışsın kanımın sıcaklığı
Gelirse ölüm başım kucağında olsun”
Yazdığı bu dizeleri birkaç kez okudu. Bir anlam veremedi. Buharlanan gözlerini sildi. Sonra
İşe gitmek için aldı çantasını, çekti kapıyı, çıktı dışarıya. Gökyüzüne baktı güneş çok uzaklardaydı.
Rüzgârla dallardan ayrılan çiçek yaprakları havada uçuşuyordu. Güneş yedi rengiyle boyamıştı günü.
“Aydınlatamadı gri bulutlarla boyanmış yüreğimi…” Arabaya bindi, hızla uzaklaştı oradan…
Münster, 25 Nisan 2017
Molla Demirel