Yücel FEYZİOĞLU7 Ocak, 20220
Dünyada ilk kitabı yazan dört bin yıl önce bir göçmen yazardı. Sinehu… Sinehu, Firavun 1. Amenemhet’in sarayında önemli bir danışmandı (belki de vezir). Heyecanlı, girişken, yetenekli ve becerikli bir insandı. Onu kıskananlar Firavunu öldürerek suçu onun üstüne attılar. O da canını zor kurtarıp kendisini Mezopotamya’ya attı. 1.Amenemhet’in yerine geçen oğlu Sesostris bu işin arkasını bırakmadı, durmadan araştırdı. On yıl sonra gerçek katilleri buldu ve cezalandırdı, elçi göndererek Sinehu’yi Mısır’a çağırdı ve onu törenle karşıladı. Sinehu bu olaydan çok etkilenerek yaşadıklarını kaleme almak istedi. Fakat yazacak kağıt yoktu, testiler, kaplar, killer yetmiyordu. Bir arayışa girdi. Hem papirüs kâğıdını buldu hem de dünyada ilk kitabı o yazdı. Çektiği hasret, öğrendiği yeni diller, özümsediği renkli kültür onu buluşlara götürdü ve unutulmaz kıldı…
Şimdi elimde çevirisiyle birlikte kapsamlı iki kitap var:
1. “Göç-İş-Ütopya”: Almancası da “Migration-Arbeit-Utopie”. Bu kitapta dördü yerli (Alman) olmak üzere, göçmen kökenli yirmi dokuz yazar, bilim insanı ve gazeteci yazıları, araştırma ve analizleriyle göçün altmışıncı yılında çeşitli konuları irdeleyip farklı açılardan bakarak ilginç bir eser ortaya koymuşlar. Olgulardan çok yargılara yer veren birkaç yazının dışında 400 sayfalık kitap (Almancası 512 s.) ilgi ile okunan, değerli bir çalışma. Bazı konuların eksik kalmış olduğuna yazının sonunda değinmek istiyorum.
Yazıların hepsini değerlendirmeme olanak yok, ancak çeşitli konulara değinseler de benzer yazıları gruplaştırırsam bir bilgi vermiş olurum.
Güncel olması bakımından Prof. Dr. Ali Arayıcı’nın yazısına değineyim. Uluslararası Göç Örgütü’nün Dünya göç raporuna göre göçmen insan sayısı 272 milyon. Son 22 yılda 50,7 milyon ABD’ye, 25-30 milyon insan Avrupa ülkelerine ve TC. Dışişleri Bakanlığı verilerine göre 10 milyon insan da Türkiye’ye ve Türkiye dışına göç etmiş. Bu sayı son göçlerle daha da artmıştır.
Arayıcı’nın saptamasına göre bu göçmen insanlar gerek dışlanmaları bakımından gerek gittikleri ülkelerde dil sorunu ve hukuksal haklarını bilmemeleri nedeniyle COVİD-19 salgınından en çok zarar gören ve kayıp veren insanlar olmuş. Popülist ve ırkçı politikacılar bu insanları kaynak göstererek oy devşirmeye önem vermişler ve bu insanların hayatını daha da zorlaştırmışlardır. Acilen yapılması gerekenler konusunda da Ali Arayıcı bir öneriler paketi sunuyor.
Yine aynı konuya ırkçılık ve ayırımcılık hareketlerine daha gerilerden başlayarak Prof. Dr. Kemal Bozay zengin örneklerle bilincimizi tazeliyor. Gazeteci Yücel Özdemir ise bu ırkçılık ve ötekileştirme sonucunda meydana gelen saldırıları ve işlenen cinayetleri, bu cinayetleri kolaylaştıran odakları titiz bir gazeteci duyarlılığı ile ele alıyor, perdeyi aralayıp bilmediklerimizi de gösteriyor.
EĞİTİM
Berin Uyar, Essen Üniversitesi’nde Dr. Johannes M. İngwersen ile Rosemariy Neumann’ın samimi ve direngen çabalarıyla Türkistik Bölümü’nü nasıl kurduklarını sıcak bir dille anlatıyor. Almanya’da Türkçe ders veren tek bölümdür Türkistik bölümü. Kadrolu profesörler ve öğretim görevlileri atanmasını sağlayarak bu okulun kurumlaşmasını başarmışlar. Berin Uyar öğrenci profilini analiz ederek bildiğimiz manzarayı önümüze seriyor. Onların iki ülkeyi de (Almanya-Türkiye) tanımaları için “Sarı Otobüs Gezi Atölyesi” ile seyahatler, kültürel zenginlik elde etmeleri için “Salı Sinema Etkinlikleri”ni düzenliyorlar. İşin daha o kadar başındayız ki. Yalnız öğretmen değil başka mesleklerden de yüzlerce öğrenci yetiştirdiklerini anlatıyor.
Üniversite çalışmalarına yazısında Prof. Dr. Faruk Şen de katılarak bu ülkede olanakların ve olumsuzlukların altını çiziyor.
Bütün kitaptaki yazılar içinde en pozitif yazı kuşkusuz Prof. Dr. Onur Güntürkün’dür: “…Hayatımda ebeveynlerimi umutsuzluğa sürüklediğim zamanları çok iyi hatırlıyorum. Onlar doğal olarak şöyle düşündüler” diyor: “…bu çocuk ciddi şekilde sakat, hayatını sürdürmesi için…şansı akademik bir şey yapmaktır, çünkü çöp bile toplayamaz… Ben de hiç bir zaman oturmak istemedim…fazla motivasyonum yoktu. Aslında iki koşulda çok iyi çalıştım. Beni ilgilendiren bir konu bulduğumda veya yaşamın benim için çok tehlikeli hale geldiğinde… Başarının yoluna girmek için bir hedefin olmalıdır…Sana ilham verecek şeyi ara bul!.. asla onun yakasını bırakma. Sonuç aldığınızdan emin oluncaya kadar onun üzerinde çalışın!”
İşte engelli bir insanın hayat felsefesi bu. Kararlılıkla yürüyerek beynin işlevlerini keşfeden büyük bilim insanı. Yazısını okuyunca onun hayatında karamsarlığa yer olmadığını görüyorsunuz ve başarı kaçınılmaz oluyor. Yer yer başka yazılarda ilkokul ve ortaöğretim öğrencilerinin sorunlarına değiniliyor, ama dörtbaşı mamur bir araştırma yok.
KADIN
Göçmen kadınlar konusunu başarı ile işleyen iki yazı okudum: Biri Elif Sofu’nun. Üniversite öğrencisi kadınların durumunu irdelemiş. Yüksek okulda okusalar bile aile içinde ev işleri, aile toplantıları, düğün, nişan, kına gecesi hazırlıkları nedeniyle derslere çalışmaya zaman bulamama ve toplumla olan sorunlar… Çeşitli araştırmalardan yararlanarak dile getirdiği yazıda özellikle baş örtülü kadınların gelecek konusu ile ilgili kaygıları.
İkinci yazı ise Semra Çelik’in: “60 yılın hikâyesinde kadın da var” başlıklı yazısını edebiyat başlığı altında değerlendirecekken kadın başlığı altına alarak o güzel yazıyı boğuntuya getirmek istemedim. Haklı olarak kadın yazarlarımızı, onların başarılı çalışmalarını öne çıkarmadan önce şöyle bir saptamada bulunuyor Çelik: “…Kendinizi çoğunluk toplumunun beklentilerine uyarlayıp gelişmenizi sihirli değnek dokunmuşçasına Almanya’ya gelişinize, Alman kültürü ve Alman değer sistemiyle buluşmanıza indirgerseniz övgü dolu eleştiriler almanız kolay. Hele de ‘kurtuluşunuzu’, ‘özgürleşmenizi’ Almanya’ya gelmenize bağlarsanız daha da kolay…”
1978-79 yılları olmalı. Bir kadın “yazarı”mızın bir kitabı çıktı. Ömer Polat övgü dolu önsöz yazmış. Alman basınında büyük övgüler, neredeyse kadın bestseller oldu. “Yazar”ımızın bir okuma etkinliğine gittim. Kitabını alıp saygıyla önüne geçtim: “Bunu benim için imzalar mısınız?” Hiç abartmıyorum utana sıkıla verdiği cevap şu: “Ben yazı yazmasını bilmem ki.” Kitabı okudum Semra Çelik’in saptamasına tıpa tıp uygun. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. “Aaa, maymun otomattan içecek çekti, gördünüz mü?” der gibi alkışlanıyorlar.
GAZETECİLİK ve YAYINCILIK
“…Sosyal medya sayesinde yazın ve görsel sanatlar konusunda da inanılmaz boyutlarda bir yaratıcılık ve zenginlik yaşanıyor,” diye yazıyor Doğan Özgüden. Sosyal medyaya çok saldırıldığı bu dönemde onun yaratıcılığına vurgu yaparak onun özgürleştirme işlevine işaret ediyor. İnsanlar artık bir redaksiyonun, bir seçici kurulun insafına tutsak değil. Başarılı iş yapıyorsa sosyal medya üzerinden hemen görülüyor ve bunu Doğan Özgüden teşvik ediyor, Avrupa’da yaptığı ilginç çalışmaları anlatıyor.
İnfo-Türk Haber Ajansı’nı kurarak çeşitli dillerde kamuoyunu ve Avrupa basınını bilgilendirme çalışmasına hiç ara vermiyor, etkili oluyor. Gençler ve onların çok dilli çok kültürlü yetiştirilmesi için “Güneş Atölyeleri”ni kurup merkezi çalışmasının içine yerleştiriyor. (Çok kişisel bir geçmişi buraya kısaca aktarmak istiyorum. Doğan Özgüden 1967-71 yılları arasında ben daha yirmili yaşlarımda iken Kars’tan gönderdiğim röportaj ve haberleri haftalık ANT Dergisi’nin önemli sayfalarında yayımlıyordu. Yazı ertesi gün TRT’nin sabah “tarla başı,” akşam “tarla dönüşü” programında Abdullah Yılmaz tarafından anlatılıyordu. İkisiyle de tanışıklığım yoktu. Doğan abi için belki bu çok anlamlı olmayabilir, ama 22-23 yaşındaki bir gence verdiği güveni düşünebiliyor musunuz? Sonra 1972 yılının sonuna doğru ben Almanya’ya geldim. “Kaçak” adlı hikâye kitabımı da 1973 yılında yine o yayımladı. Sonra aptal bir politik tercih nedeniyle ben ilişkiyi sürdürme cesaretini kendimde bulamadım. Kendisine hem bir teşekkür hem de büyük bir özür borcum var. Bir gün buluşuruz, anlatırım diye düşündüm olmadı. Ama kendisini İnci abla ile Köln’e davet edip onurla ağırlamak isterim.)
Hollanda’da yayıncılık yapan Cem Duman’ın yazısına gelince: Deneylerinden yola çıkarak bir saptama yapıyor Duman: “…Türkiye’den yazar ve sanatçı olarak gelenlerin bir çoğu…bir yabancı dil bilmiyordu ve bir başka ülke kültürüyle ancak çeviri kitaplar düzeyinde tanışıklığı vardı, turizm amaçlı bile olsa yurtdışına çıkmamışlardı. Türkiyelilerin bu anlamda çok zorlukları olduğu, bunun için yaptıkları edebiyat ve sanatta yaşadıkları ülke ile ilgili konuları işleyemedikleri üzücü ama bir gerçekliktir…” Burada bir anekdot aktarmak isterim. Halil Gür dil bilerek Hollanda’ya gelir, aç susuzdur. Bir kapının zilini çalar, ev sahibi ile kızı kapıyı açar. Halil aç olduğunu söyler, adam tereddüt geçirirken kızı, “gel içeri” der. Halil bir saatliğine girdiği evden 6 ay sonra çıkar. Yazdığı kitap Hollanda’da en çok satan kitap olur. En büyük magazin dergilerinden biri Halil Gür’ü büyük bir kalbin içinde kapaktan vermişti. Çevresine de küçük kalplere yerleştirdiği en başarılı artistleri, en güzel Hollanda kızlarını bir çizgi ile Halil’e bağlayarak: “Halil Gür’den evlilik hakkında tavsiyelerini aldık” başlığını atmıştı. 1983 yılında üç gün süren Avrupa Çocuk Edebiyatçıları Kurultayında Halil ile tanıştık, samimi olduk. Halil Gür bu dergiyi bana gösterdi, söyleştik, pırıltılı kitap konuları anlattı. Kurultay bitip de ayrılırken Halil dedi ki: “Ya Yücel evlenmek istiyorum. Almanya’da tavsiye edeceğin helal süt emmiş bir kız var mı?” Güldüm: “Ulan akıl verdiğin o güzel kızların hepsi helal süt emmiş, seç birini.”
Yalnız Cem Duman için söylemiyorum. Bu başarı öykülerini de bence anlatmak gerekiyor.
SENDİKAL ÇALIŞMALAR
Kamil Bulut bir fabrikada başlattıkları grev dahil bütün eylemleri anlatıyor. Verilen yoğun mücadeleler sonucunda haftalık çalışma saatinin kademeli olarak 40 saatten 35 saate indirilmesini işveren tarafı kabul etmek zorunda kalıyor. Bu sendikal çalışmanın fabrika içinden anlatılması çok değerlidir. Bütün sendikal çalışmaları ise bir sendikacı olarak Safter Çınar Batı Berlin pratiğinde anlatıyor. Berlin’deki endüstrinin özelliğini, Almanya sendikalarının işçi gelen ülkelerdeki sendikalarla ilişkilerini, örneğin Türkiye’de cuntanın gelişiyle yapılan baskılara karşı gösterdiği dayanışmayı, sendikaların Almanya’daki politik değişimlerde gösterdiği tutarlı tavrını ve yaptığı eksiği anlatıyor. 1986 yılında Alman Sendikalar Birliği’nin Berlin’de yapılan kurultayında göçmen işçilerle ilgili “yerel seçimlerde seçme-seçilme hakkı” dahil, Almanya’da güvenli oturma statüsü, çocukların oturma hakkı, sınır dışı edilmeme koşulları, ülkesine dönmüş olanlara geri gelme hakkı, sosyal sigorta kurumları yönetimine seçilme hakkı gibi on iki ilkesel öneriyi karara bağlıyor ki bu bir dönüm noktasıdır. Tabi bu kararlar göçmen işçiler üzerinde olumlu etkiler yapıyor. O dönemde Alman işçilerinin sendikalarda örgütlülük oranı % 48.8 iken Türkiye’den gelenlerin sendikalaşma oranı %45.9’a ulaşıyor. Bu sonuç müthiş bir başarıdır. Bu işçiler iş yeri işçi ve sendika temsilciliklerine de seçildiler, önemli görevler üstlendiler, ancak sendika üst yönetimlerine kadar çıkamadılar. Yalnızca Yılmaz Karahasan İG Metal sendikasının Yürütme Kurulu üyeliğine, Safter Çınar da (bu Mehmet Refik nereden adına eklendi Safter’ciğim?) GEW öğretmen ve eğitimciler sendikasının başkan vekilliğine seçildiler.
Şunu da ben ekleyeyim ki, 1973 yılında Yılmaz Karahasan’ın önerisiyle sendika beni diğer iki arkadaşla İG Metal Gazetesi’nin Türkçe redaksiyonuna davet etmişti. Bütün işçi ve fabrika haberleri gazeteye akıyordu. Gidip röportajlar ve haberler yapıyor, işçi hareketlerini yakından izliyordum. Gazete 200 bin tirajla çıkıyor, bütün metal işçilerinin evine ulaşıyordu.
EDEBİYAT
Max Frisch’in: “İşgücü istedik, insanlar geldi,” özdeyişinden yola çıkarsak, bu “insanlar” acıları, özlemleri, idealleri ve bütün hikâyeleriyle geldiler ve burada yeni hikâyeler yarattılar. Milyonlarca insan, milyonlarca hikâye. Elbette bunlar yazılacaktı. Öyle de oldu. Bu insanların hikâyeleri yazılmaya başlandı, filmleri çekildi, resimleri ve heykelleri yapıldı. “Göç-İş-Ütopya” kitabının konuları arasında edebiyat öne geçmiş: Cahide Özer’in, Cem Duman’ın, Doğan Akhanlı’nın, İbrahim Eroğlu’nun, Kemal Yalçın’ın, Fevzi Karadeniz, Molla Demirel’in, Murat Tuncel’in, Semra Çelik ve benim yazılarımızı görüyoruz. Bu yazarlar daha çok edebiyat çalışmalarını anlatarak değerli bir iş yapmışlar. Keşke olanak olsaydı da kitap yayınlamış herkesin bir antolojisi yapılsaydı. O da ilginç bir eser olurdu. Yanlış anımsamıyorsam, göçün 40. Yılında böyle bir çalışma yapılmıştı.
Politikacılardan Sosyal Demokrat milletvekili Cansel Kızıltepe’nin, Yeşil milletvekili Claudia Roth’un, Münster Belediye Başkanı Markus W. Lewe’nin, Aydın Çubukçu’nun, Dr. Michael J. Rainer ve Türkan Heinrich’in yazıları formel yazılar. Ancak Prof. Dr. Paul Leidinger Türkiye Almanya ilişkilerine tarihi perspektiften bakmış ve güzel bir yazı sunmuş. Kitabın Türkçe yazılarını Almancaya, Almanca yazılarını da Türkçeye çeviren Özgür M. Demirel çok yoğun bir savaştan çıkmış gibi.
60 yılın her konudaki dökümünü bir arşiv titizliği ile hazırlayıp sorulara abartısız cevaplar veren ise ressam ve heykel sanatçısı İsmail Çoban. İsmail’in bu hazırlığı doğrusu beni şaşırttı, çok hoş.
GENEL DEĞERLENDİRME
Bütün bu kitabın hazırlığını yapan, mesleklerine göre soruları hazırlayıp paydaşlara gönderen, yazıları titiz bir süre içinde toplayıp kitabın basımı için sponsor bulan, zamanında kitabı iki dilde yayınlayan Molla Demirel. 60. yıl nedeniyle Şakir Bilgin Dünya Verlag ve paydaşlarıyla başarılı bir edebiyat yarışması yürüttü, ödül töreninde ödül alanların öykü ve şiirlerini de yayınlayarak başarılı bir işe imza attı. Molla Demirel’in yayınladığı “Göç-İş-Ütopya” kitabı da bu 60.yılda ikinci bir başarı hikâyesidir ve övgüyü hak etmektedir.
Kitabı okurken kendime göre bazı eksikleri de düşündüm. Kitabın genel eğilimi Avrupa’da kazanımlardan çok olumsuzlukları anlatmak. Eleştirmek elbette güzeldir. Ama çok güzel bir atasözümüz var: İğneyi kendine çuvaldızı başkasına batır. Birincisi İslamcı teröristlerin terör eylemlerini en iyi İslam toplumlarından gelen bilim insanları ve yazarlar analiz edebilecekken, bu konuda bir çalışmamız kitapta yok. 2001, ikiz kulelerin vurulmasıyla, 7 Ocak 2015, Paris’te hiciv dergisi Charlie Hebdo saldırısında 11 kişiyi öldüren, 11 kişiyi yaralayan, binadan ayrıldıktan sonra dışarıda bekleyen polisi öldürenler. Daha sonra İdee-de-France’de 5 kişinin ölümü ve birçok kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan ve daha başka saldırıların etkileri ne oldu? Bu eylemler göçmenlere karşı düşmanlığı ırkçılığı nasıl besledi? İslam dünyasında inatla demokratikleşmeme yüzünden kaçıp demokrat ülkelere sığınan ya da ekonomik nedenlerle gelen bu insanlar o ülkelerde nasıl bir etki bıraktılar? Bunlar da yazılmalı değil mi?
İkinci olarak Alman yazarlarından ve bilim insanlarından bu çalışmaya daha çok insan katılabilir, onların bakışları kitaba yansıyabilirdi. Çünkü bu konuda çok fazla insanın çalışması var. Onların katkısı çok anlamlı olurdu.
Üçüncü olarak yaşanan ülkelerde demokratik geleneklerden yığınsal olarak yararlanılabildi mi?
Dördüncü olarak da bu kitaba ciddi bir yayınevi pekâlâ sahip çıkabilir, binlerle yayabilirdi, çünkü kitabın böyle bir potansiyeli var.
Beşinci ve en önemlisi de 3,5 milyon göçmenimizin yaşadığı Almanya’da 300 kitap okurumuz yok. Bu konuyu irdeleyen, araştıran, analiz eden, çözüm öneren yazılar eksik.
Bütün bunları Molla Demirel neden yapmadı diye eleştirmiyorum. Tersine “Göç-İş-Ütopya” için kendisini kutluyorum. Sıraladığım eksiklikler zenginleştirilerek yeni bir çalışmayla çok yararlı ve uyarıcı olabilir. Belki Molla Demirel ya da başka arkadaşlar ikinci adımı da atarlar.
Konuya başlarken Sinehu’nin hikâyesiyle girmiştim. Sinehu de zorunlu bir göçe tabi olmuş, sonunda dünyayı değiştirecek iki keşif gerçekleştirmişti. Birincisi kağıt, ikincisi kitap. O örneği çok bilinçli olarak edebiyat ödülleri verilirken de dile getirdim.
Göç sadece hüzün, sadece hasret değil, göç zordur, göç aşağılanmaktır, dışlanmaktır, ama göç aynı zamanda yeni dildir, yeni kültürdür, kültürlerin harmanlanmasıdır. Tarih boyunca büyük sanatlar, büyük atılımlar bu göçlerden çıkmıştır. Önümüzde böyle büyük bir şans var. O şansın öncüleri de zaten ortaya çıkmış durumdalar ve hayranlıkla izlenmektedirler…
Yücel FEYZİOĞLU