ÇOK KÜLTÜRLÜLÜĞÜN, SANATIN VE EDEBİYATIN TARİHİNİ GÖÇ YARATTI

İki şey arıyorum insanda

Çıkarsız bir sanat

Ve sevgi

Ne mutlu o insana ki

İkisini birden

                   Bulundurur yüreğinde

Nerede o insan?

Ben bu dizelerin ardından çok kültürlülüğün ve çok dilli sanat ve edebiyatın önemi üzerinde durmaya çalışacağım.

Dünyamızın hangi ülkesine giderseniz, gidin orada bir kültür, bilim, sanat, edebiyat insanıyla konuşursanız “Bir dil bir dünyadır,” der.

Eğer bu yaşadığımız çağda bir dil yasaklanıyorsa bir dil yok oluyorsa bunun anlamı bir dünya yok oluyordur. Hayvanseverler bir kedinin, bir köpeğin yok olmasına karşı çıkıyor; caddelerde protesto yürüyüşleri, mitingler düzenliyorlar. Her yıl onlarca ülkede diller yasaklanıyor, eğitim programlarından çıkarılıyor.  Her yıl onlarca dil ölüyor. Bilim, kültür, sanat ve edebiyat insanları sessiz kalıyor. Hepimiz kendimize soralım: Dünyamızda çok dillik olmasaydı, bilim, teknoloji ve onlara paralel olarak bizlerin yaşam kalitesi bu kadar gelişir miydi?  Biz farklı ülkelerden insanlar şimdi bir arada olabilir miydik? Çok dillilik insanlığın var oluşu ile birlikte göçmenlikten doğdu. Bütün diller bizim kavuşmak istediğimiz birer dünyadır.

Avrupa ülkelerinde göçmen kökenli Türkiye, İspanya, İtalya, Yunanistan, Portekiz, Yugoslavya ve Tunus‘tan gelen insanlar sadece ellerindeki bir bavulda iç çamaşırları ve yolda yiyebilecekleri iki dilim ekmekle gelmediler. Gelirken bir yaşadıkları kültür, konuştukları bir, dil, bir hedefleri ve bir beklentileri vardı. Geldikleri bu ülkelerde iki dil ile geliştirdikleri edebiyat oldu. Elbette bu bir göçmenliğin yarattığı doğal bir sonuçtur. Göç ve göçmenlik insanlık tarihinin en önemli öğelerinden biridir. İnsanlığın doğal gelişmesinin bir parçasıdır. İnsanlık var olduğundan beri yaşadıkları her yerde göçler olmuş ve yaşanmıştır. Bunu yadırgayamayız. Çünkü insan daima daha iyi bir yaşama varmak için çaba harcamıştır. Bu nedenle göç normaldir. İnsan toplumunun tüm dönemlerini karakterize eder. Elbette ki her dönemin, her göçün kendisine has bir karakteri ve bir nedeni vardır. Var olacaktır da. Elbette ki zaman ve şartlar sürekli değişikliklerin ortaya çıkmasına, değişmesine ortam yaratır. Değişik olaylarla karşılaşmayı getirir.  Elimizde bulunan verilere göre insanların varlığının en az 2 milyon yıl olduğunu antropoloji bilim insanlarının ortak görüşüdür. Ancak 12.000 yıl önce yerleşik hayata geçerek toprağın mülkleştirildiği ve hayvanların evcilleştirildiği de bilim insanlarının anlaştığı ve bunu tarihte Neolitik devrim veya tarım devrimi olarak biliyoruz. Bu yerleşik hayata geçme ve hayvanları evcilleştirme ile birlikte sadece mülkiyetçilik başlamıyor, bununla birlikte insanların beslenme yaşam tarzı her geçen gün değişmeye başlar. İnsanlar artık hayvanların peşine düşerek veya mevsimlere göre bitkilerdeki ürünlerden yararlanmak için göçmüyorlar. Dünyada bilim ve teknoloji geliştikçe insanlar da daha kaliteli bir yaşam ve beslenme olanağı istiyorlar ve daha çok mülkiyete sahip olmak için göçüyorlar.

Kısaca insanlar hala hareket halindedir. Köylü yerleşimleriyle karakterize olan feodal Orta Çağ bile durağan olmadı. 16. yüzyıldan itibaren ve modern çağla birlikte hareketlilik ve göç, özellikle 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sanayileşme ve kentleşme döneminde keskin bir şekilde farklı bir biçimde gelişerek, daha da artarak sürmektedir. Yeni ulaşım ve iletişim biçimleriyle küresel ilişkiler ile günümüzde göç, olağanüstü bir özellik göstermektedir. Ancak insanlık var olduğundan beri göçle birlikte toprak işgalleri, savaşlar, yangınlar da var. Bu Avrupa topraklarında 30 yıl süren savaşların yarattığı kin ve nefret tamamen silinmedi. Bugün Avrupa’nın teknoloji ve ekonomi bakımından en güçlü devleti, daha 1871 yılında önce 9 farklı devletin birbiriyle savaşmaktan kurtulmak için Fransa devriminde esinlenerek bir ulus devleti oluşturdular. Bugün halen 16 devlet onun için adı Federal Almanya Devletidir.

Kısaca demek istediğim, Avrupa toprakları var olduğundan beri bu topraklarda oluşan devletler farklı kültürlerden gelen göçmenlerden oluşuyor. Her zaman göç almıştır, bugün de göçmen alıyor. Bu doğaldır.

İnsanlık var olduğundan beri göç var. Ancak göçle birlikte sözlü edebiyat ve çizim ile resimleme sanatı da var olmuştur. Zaten biz insanlar bu yeryüzünde hepimiz misafiriz ve hepimiz göçmeniz. Hiçbir insan bu yer yüzünün sahibi değildir ve kalıcı değildir. Bu insanların yani bizlerin yarattığı kültür, sanat, edebiyat, teknolojide göçmenlerin sözlü, yazılı, fotoğraflı resimleme ansiklopedisidir, tarihidir. Elbette göçle paralel olarak sorunlar ve kültür değişerek gelişmiştir. Göç tarihi, edebiyatı ve sanatını içeren belgeler bize yaşanan göç gerçeğini sadece bir “Göç“ sözcüğüyle anlatamayacağımızı kavratır. Artık insanlar göçü nedenlerine ve içeriğine göre adlandırmak zorunda kalmışlardır.

Biz edebiyatçıların masal, öykü, şiir ve romanlarına, görsel sanatçıların yani ressam ve fotoğrafçıların eserlerine, tiyatro ve sinema sanatçılarının eserlerine baktığımızda ne görürüz?

Bir şehirden bir başka şehire ve bir ülkeden bir başka ülkeye iç göç, kaçış, işçi göçü, azınlık göçü; kısa vadeli ve kalıcı göç; gönüllü ve zorunlu göç; yasal ve yasadışı göç.  Bu göçlerin hangisini alırsak alalım bir tek ortak özelliği, insanın yaşayabilmesi ve daha kaliteli bir yaşam için var olan sınırları aşmış olmasıdır. Bu yaşanan göçlerde insanın yaşadığı iyi ve acı veren olayları kültür, sanat ve edebiyat insanları eserlerinde işlemişlerdir. Bugün yeryüzünde mevcut dil, kültür ve ulusal sınırlar, insanın yerleşik hayata geçmesiyle gelişmiş ve kalıcı olmaya başlamıştır. İlk filozoflar, bilge insanlar, sanatçılar ve edebiyatçılar da bu süreçte ortaya çıkmıştır.  İnsanların ilk yerleştikleri yerler tarihte merkezi bir göç yeriydi belki hala öyledir. Çünkü bunlar bireye kimlik verdiği, bireyin vatandaş olarak kabul edildiği, kontrol edildiği ve giriş çıkışlarının karar veren mercilerin oluştuğu yerdir.  Bu merkezileşme ile birlikte göç, genellikle tek seferlik bir sınır geçiş olayı olmaktan çıkmıştır. Çünkü insanlar yerleştikleri, mülkiyet kabul ettikleri ve yönetimini oluşturdukları alanları ülke olarak kabul etmiştir. Bu sınırlar içinde gerek tarım, hayvancılık gerekse sanayi alanındaki gelişmeyle paralel olarak dilini yaşam kültürünü de sürekli değiştirerek geliştirmiştir. Kültürün, sanatın, edebiyatın küreselleşmesini sağlamıştır.

Elbette bir ülke olarak kabul edilen sınırların dışına çıkarak farklı bir gelişen kültür ve yaşam kalitesi, konuşulan dil içinde yaşamak gidiş ve dönüşleri de oldukça sınırlamıştır. Ancak, kültür, dil ve sanatın birbirinden etkilenmesini, sürekli gelişmesinin önüne geçememiştir. Çünkü kültür, sanat ve edebiyat sürekli gelişen büyüyen, yaşayan bir organizmadır.

İnsanlar mekanlar ve ülkeler arasında gidip gelir veya geri döner. Göç aynı zamanda dil engellerini aşmak anlamına gelir ve genellikle tek dillilikten çok dilliliğe götürür.

Göç halinde bir yaşam, genellikle birden çok yerde, birden çok dilde ve aidiyetten daha fazlasını yaşamak anlamına gelir. İster uluslararası ister bölgesel olsun göç karşılaşmalara ve değiş tokuşa yol açar. Böyle bir sosyal çeşitlilik motorudur. Göç, sınırlarla şekilleniyor ama aynı zamanda onları aşıyor ve değiştiriyor. Göç, insanları bir araya getirir ve yeni, kültürlerarası ve uluslararası yaşam ortamları yaratır. İçinde yaşadığı doğanın toplumsal gelişmenin zorladığı bireysel ve toplumsal değişimlerin yarattığı ve geliştirdiği birikimler bir sosyal kültürün, sanatın ve edebiyatın oluşmasına neden oluyor. Bir birey, bir toplum o yaşadığı bölgeden başka bir bölgeye, ülkeye göçtüğü zaman edindiği yaşam alışkanlıklarını ‘A‘dan ‘z‘ye kadar olan kültür birikimlerini de beraberinde götürüyor. İçine yerleştiği yeni topluma da aktarıyor. Ve onların yaşam kültürlerini öğreniyor. Bu nedenle dikkat edin, Milattan Önceden günümüze kadar yaşayan, tanınan büyük filozoflar, kültür, sanat ve bilim insanlarının yüzde doksanı çok dilli ve kültürlüdür; sürekli farklı yerlere göç ederek araştıran, inceleyen ve yeniyi kavrayan insanlardır. Bu nedenle dünya kültürü, sanatı ve edebiyatı içinde kalıcı olmuşlardır.

Tekrar bugünkü Almanya topraklarına dönecek olursak, 19. yüzyılın sonuna kadar, Almanya öncelikle sadece değil, çoğunlukla yurtdışına giden bir göç ülkesiydi. Kuzey Amerika’ya denizaşırı göçlere ek olarak, Almanca konuşulan bölgede Avrupa içi göçler oldu. Orta Çağ’da ve erken modern dönemde bunlar esas olarak batıdan doğuya, daha sonra daha az ölçüde batı ve kuzey Avrupa’ya doğru uzanıyordu. Kuzey Amerika’yı hedeflemeyen Avrupalı ​​olmayan göçler, tüm göçlerin sadece çok küçük bir bölümünü oluşturuyordu. Güney Amerika ve 1885’ten sonra “edinilen” Alman kolonileri görece önemsiz hedef bölgelerdi.

Göç, kentsel gelişimde özellikle önemli bir rol oynayacaktır. 19. yüzyılda sanayileşme döneminde kentin kırsal kesiminden doğan insanların yeni sanayi işletmelerinin kurulduğu yerlere gelip yerleşmesiyle ortaya çıktı. Elbette göçlerde, çok sayıda insan büyük acılar yaşıyor. İşte bunun için ben şöyle demiştim.

Oluştuğunda dünya

Meslekleri bölüştü insan

Gece karanlığında

Grileşmiş kentlerin üstüne

Avuç avuç yıldız serpmek

Düştü sanat insanına

Almanya ilk kez 1871 yılında bir federe devlet oldu. Roma ve Avusturya İmparatorluklarında aldıkları çok dilli çok kültürlü bir miras vardı. Bundan yararlanan büyük filozoflar, yazar ve sanat insanları ortaya çıktı. Birkaç ad verecek olursam şunları sayabilirim:

  • Immanuel Kant(1724 – 1804), Friedrich Nietzsche, (1844 – 1900)
  • Karl Marx(1818 – 1883), Friedrich Engels (1820 – 1895)

Schriftsteller und Dichter

  • Johann Wolfgang von Goethe (1749-1832), Friedrich Schiller (1759-1805) …
  • Heinrich Heine (1797-1856), Thomas Mann (1875-1955), Hermann Hesse (1877-1962) …
  • Bertolt Brecht (1898-1956), Günter Grass (1927-2015), Christa Wolf (1929-2011)
  • Jacob Grimm (1785–1863), Wilhelm Grimm (1786 –1859)

Bildenden Künstler

  • Carl Spitzweg (1808-1885), Caspar David Friedrich (1774 – 1840)
  • Paula Modersohn-Becker (1876 – 1907), Paul Klee (1879 – 1940),
  • Franz Mark (1880 – 1916)

Berühmte Künstler des 18. Jahrhunderts:

  • Robert Radecke (1830–1911), Rudolf Radecke (1829–1893),
  • Anton Radziwiłł (1775–1833), Hans-Karsten Raecke (* 1941)
  • Joachim Raff (1822–1882) ·

Bu filozof, sanat ve yazın insanları, Almanların Roma İmparatorluğu ve onun arkasında oluşan Avusturya Habsburg İmparatorluğu içinde yaşayan  bir azınlık olduğunu ve ilk 1871 yılında  9 derebeyliğin bir araya gelerek İlk Alman İmparatorluğunun  oluştuğunu biliyorlardı. Ayrıca bugünkü Almanya’nın saf bir Alman ırkından oluşmadığını da biliyorlardı. Bu günkü Almanya topraklarında yaşayan SaksonlarFrizlerThüringenlerFranklarAlamanlar ve Bavyerler, Keltik, SlavlarMacarlar ve zamanla Alman dilini ve kültürünü benimseyip diğer etnik kökenli insanlardan oluşmuştur.

  1. Dünya Savaşısonucu oluşan göçler ve birbirleri altında oluşan homojen karışmalar sonucu sadece folklorik özellikleri kalmıştır Bugün bazı aşırı milliyetçi politikasının savunucuları olan ve kendilerine, yazar, şair, sanat, öğretmen diyen insanlar göçmen düşmanlığı yapıyor. Bana inanın, bunlar Almanya’nın ve Avrupa halklarının ve ülkelerinin oluşum tarihini bilmiyorlar. Bu nedenle göçmenlere ve göçmenlerin yarattığı çok dilliliğe, kültüre, sana ve edebiyata karşı çıkıyorlar.

Eğer ben içinde Büyüdüğüm Türkiye’de bütün baskı ve yasaklara karşın bugün halen 47 yerli kültürün binlerce yıldır birlikte oluşturduğu kültürden yararlanmasaydım ve o kültürü 53 yıldır yaşadığım Münster kentinde bulunan 160 civarında ki kültürlerle birleştirerek yararlanmasaydım, 54 Kitap yayınlayamazdım ve buradaki öğretmenler için hazırlanan okul kitaplarında yer alamazdım ve çalışmalarım ondan fazla file çevrilmezdi. Çok kültürlülük çok dillilik dünyamızın zenginliğidir. Bıraksınlar bundan hepimiz ve bütün halklar yararlanalım…

Bal arıları gibi bu yer yüzünde kardeşçe yaşayalım….

Güneşin yedi rengi

Sanatın bin bir rengi var

Kanat açar bu renklerde

Sevgi ve barış

Akar yüreklerimize…

 

Molla Demirel

 

Şu kategoriye gönderildi: MAKALE