Molla Demirel
Gece yıldızlıydı. Perdesiz pencerelerden odalara akıyordu yıldızların aydınlığı. Kentin caddelerinde gün boyu uğuldayan taşıtların da gürültüsü kesilmiş, bir sessizlik çökmüştü kentin üstüne.
Rabi bütün gece uyuyamadı. Odanın penceresinden yansıyan yıldızlardan gözlerini ayıramadı. Annesi uykuda konuşuyordu. Ancak tuhaf bir ses çıkarıyordu, söyledikleri anlaşılmıyordu. Bir tek üç kez tekrarladığı “Yarabbi, Yarabbi, Yarabbi“ sözcüğünü ve “Oğlum Rabi, Farsi” sözcüklerini anlayabildi.
Rabi “Kadıncağız halen Suriye’de savaşın başladığı günden beri yaşadıklarının kâbusundan kurtulamadı!” dedi kendi kendine.
Fazla düşünmesine babası Bayro’nun eski traktör motorlarının çıkardığı sese benzeyen horultusu olanak vermedi. Yatakta dönmekten de korkuyordu sanki. Buraya yerleştiklerinden beri gıcırdayan karyolada küçük kardeşi Amir’i uyandıracağında çekiniyordu. Sabaha kadar öyle kuru bir odun gibi yatakta uzanarak kalıyordu. Bu zor da olsa savaştan, yıkıntılarından ve denize dökülünce ölümden kurtulmuşlardı. Almanya’da bu kente yerleşir yerleşmez kaldıkları ilticacılar evinin sosyal pedagogu kardeşi Amir’i bir okulla kayıt ettirdi. Buna ailecek çok sevindiler. İki kardeşin bir yatağı ve beş kişinin küçücük bir odayı bölüşmesi hiç de kolay değildi.
Kaldıkları odanın penceresinde perde de yoktu. Şafak sökmeye başlayınca Rabi sevindi. Sessizce kalktı, annesi ile babasının yatağına basmamak için gayret gösterdi. Uykusuzluk sersemliğiyle ayakta zor duruyordu, sallanarak odadan çıktı. Yürüyüşünü çok alkol almış bir sarhoşun dengesiz yürüyüşüne benzeti. Gülümsedi. Gitti elini, yüzünü yıkadı. Bugün elini, yüzünü yıkamak için onlarca kişiyi beklemesine gerek yoktu. Kendisi ilk kişi olduğuna sevindi. Elini, yüzünü yıkadıktan sonra yüzden fazla insanın ortak kulladığı mutfağa gitti.
Orada kendisinden önce gelmiş olan Kenyalı David vardı.
“Günaydın David” dedi.
David’i görünce içine bir rahatlık aktı, gülümsedi. “Sende mi gene uyuyamadın” dedi.
David sadece ona dostça baktı. Bir kahve tası aldı, ona bir kaşık kahve koydu, kaynattığı su ile doldurdu. Rabir’e uzattı.
Rabir kahveyi aldı. “Teşekkür ederim” dedi. David’in yanına dikildi. David onun omzuna elini koydu.
David’in boyu iki metreye yakındı. İri yapılı, güçlü, kuvvetli, az konuşan bir gençti. Kara teni arasında gözleri yıldızlar gibi ve dişleri beyaz mercan gibi parlıyordu. Onu Libya’da kaldıkları ilticacıların toplandığı yerde tanımıştı. O kara tenlilerin yakışıklısıysa Rabin de esmer tenlilerin yakışıklı ve güçlü bir delikanlısıydı.
İlticacı Tacirlerin Savaştan ve yoksulluktan kaçanları toparladıkları insanları Libya’dan ambar gibi bir yere yerleştiriyorlardı. Oradan da toparlanan ilticacıları birkaç haftadan bir gemiyle Avrupa’ya gönderiyorlardı. İkisinin aynı gemiye düşmüş olmalarına sevinmişlerdi. Avrupa ülkelerine iltica için giden yüzlerce insanı bu gemiye bindirmişlerdi. Bunların hemen hemen yarısına yakını çocuklar, genç kız ve kadınlardan oluşuyordu.
Gemidekilerin gözleri bu iki gencin üzerinde birleşiyordu. Ama onlar biraz bildikleri İngilizce ile anlaşmaya ve hatta şakalaşmaya çalışıyordu.
Rabin Libya’da tanıştıkları sürekli onları takip den Deva’nın onlara bakarken gülümsediğini ve diliyle dudaklarını hafiften yaladığını gördü. Deva çok güzel bir kızdı. David, Deva’yı başıyla selamladı ve gülümsedi. Ardında sağ ayağıyla David’in ayağına bastı o tarafa bakmasını işaret etti. David de gülen, birbirinden güzel olan iki kıza baktı.
Deva ile Elvin de Libya’daki ilticacılar kampında hastalanan kadın ve çocuklara birer hasta bakıcı gibi yardımcı oluyorlardı. Kampa yiyecek, içecek getirenlerden aspirin, göz damlası, mide bozukluğuna karşı hafif ilaçlar getirmelerini rica ediyorlardı. Onları o sıcak bakışlarıyla ikna ediyorlardı. Kadınlar ve erkekler aynı binada olan iki ayrı ambar gibi yerde kalıyorlardı. Ancak yiyecek ve içecekleri getiren araba geldiği zaman, David ve Rabin ile görüşebiliyor, selamlaşıyor, yakınlarına ve tanıdıklarına karşılıklı haber yolluyorlardı.
Rabin kızlara bakarken hafifçe fısıldadı:
”David, bu kızlar sana Libya’dan sevdalandılar herhalde!” dedi.
David ciddileşti.
“Bırak bu şakaları. Bizde ‘Tavuk can derdinde, tilki et derdinde!’ ” derler.
“Bu yolculuktan korkuyor musun?” dedi Rabin.
“Evet” anlamında başını salladı. Ardından kızlara baktı, gülümsedi ve konuştu.
“Bilmiyorum, içimde tuhaf bir duygu var. Bu eski gemiye üst üste yüklenen çuvallar gibi yüzlerce insan, yani bizler gerçekten bu denizi geçebilecek miyiz? Bu dökülmüş tekne bunca uzun yolda bırak güçlü bir rüzgâra karşı, hafif bir rüzgâr çıksa dayanır mı? Haydi, vardık diyelim, Yunanistan veya İtalya topraklarına. Cebimizdeki tüm paraları da aldılar. Orada beş kuruşsuz ne yapacağız?”
Rabin bunu hiç düşünmemişti. Rengi sarardı. Özellikle çocuklara ve yaşlılara baktı.
“Gerçekten bir aksilik olsa bu çocuklardan kurtulan olmaz. Hiç birinde bir can yeleği de yok!” dedi.
Konuşarak yukarı, güverteye çıktılar. Sırtlarını direğe dayadılar. Denize dalgalara ve gök mavisinde tek tük dolaşan, kanat çırpan martılara baktılar.
Rabin ayrılık acısını dillendiren bir türkü mırıldandı.
David, “Rabin, bırak bu yürek yakan türküleri. Bu martılara bak ve bir dilek tut!” dedi.
Rabin güldü ve onu yanıtladı:
“O dişi ceylanlar gibi bize sık sık bakan güzel kızların biri sana, biri bana âşık olsun diye dilek tutsam olur mu?”
David yanıta hazırlanırken her iki kızın da güverteye çıktığını gördü. Ayağıyla Rabin’in ayağına dokundu. Ona kafasıyla kızların da açık güverteye çıktığını gösterdi. Sonrada yavaş bir sesle konuştu.
“Senin dileğin gerçekleşti galiba…”
Rabin kızlara yumuşak bir sesle seslendi:
“Denizi izlemek istiyorsanız, buraya gelin. Burada sırtınızı direğe dayarsanız, deniz dalgalanmasında baş dönmesi yaşamazsınız. Yolumuz çok uzun, dikkatli olmak zorundayız,” dedi.
Kızları bu teklif sevindirdi. Deva, David’in yanına geçti. Elvin de Rabin’in yanına geçti. Ellerini direğe atarken önce hafiften Rabin’in ellerini okşayarak direkten tuttu. Rabin “bu tesadüfü bir el sürtüşmesi mi, yoksa bir sevgi belirtisi olan bir okşama mı” diye düşündü. Ama yüreğine hoş, mutlu verici bir sıcaklık geldiğini duyumsadı.
David’e baktı, Deva’nın da tamamen ona sokulduğun gördü. “Başucumuzdan geçen martı bize birer tane şans kanadı bıraktı!” dedi. İkisi de güldü.
“Bu şans getiren kanatlar nerede?” dedi Deva.
David gözleriyle Deva’nın gözlerini yakaladı. Deva onun sevgiyle baktığını görünce, anladı.
“Her halde biziz, o mutluluk getiren kanatlar veya melekler” dedi.
Hepsi birlikte gülüştüler, iyice bir birlerine sokuldular.
Eski, dökük bir gemiydi içinde oldukları. Ağır yükle fazla yol almıyordu. Doksan metre boyunda olan bu gemide birkaç kişilik Mürettebat vardı. Gerisi Batı ülkelerine iltica için giden insanlardı. Bunlar savaştan, yoksulluktan canlarını kurtarmak için çıkmışlardı yolla. Yol boyunca veya varacakları ülkede kendilerini hangi korkunç tehlikelerin, sorunların beklediğini bilmiyorlardı, düşünmek de istemiyorlardı. Buradaki her insan için bu gemide günler bir yıl gibi yavaş yavaş akıyordu sanki. Gemi hiç bir sahile de yanaşmıyordu. Özellikle çocukların sabrı tükenmişti. Büyüklerini “Ne zaman bu gemide ineceğiz?” sorusuyla sıkıştırıyordu.
Birçok insanın yiyeceği ve suyu bitmişti.
Rabin’in babası Bayro kasaptı. Savaş başlar başlamaz Mısır’da yaşayan çok sevdiği arkadaşı Hamid’in yanına gitti. Oradan da Libya’ya gitti. Orada bir yıkık binanın bodrumundaki bir odasını kiraladı. Kasaplık yapmaya başladı, iyi para kazanıyordu. Eşini ve iki oğlunu yanına aldı. Ancak orada da her gün olaylar yaşanıyordu. Ailecek kalmak güven verici değildi. İngiltere’ye gitmeye karar verdi. Çünkü kendisi ve çocukları İngilizceyi iyi konuşuyorlardı. Biliyordu dilini bilmediği bir ülkede yaşamanın zor olduğunu. İlticacı tacirleriyle tanışmıştı. Onlar sadece Almanya’ya götüreceklerine söz verdiler. Almanya’dan rahatlıkla İngiltere’ye geçebileceklerine ikna oldu. Büyük oğlu Suriye’de kalmıştı. Ondan haber alamıyordu. “Oğlumuzu yerleşeceğimiz bir Avrupa ülkesine aldırmak buraya getirmekten daha az rizikoludur.”
Bu cümlelerle çocuklarının annesini iki çocuğuyla bir Avrupa ülkesine gitmeye ikna edebildi.
Bayro bahriyeli olarak askerlik yapmıştı. Yiyeceksiz ve susuz kaldıklarında nasıl deniz ürünlerinden ve suyundan yararlanacağını öğrenmişti.
Rabin, David ve iyi yüzme bilen gençler yol boyunca denize sık sık atlıyorlardı. Geminin hızına paralel yüzüyorlardı. Yüzen gençler denizden gemiye zorluk çekmeden biniyorlardı. Onların yüzme alanındaki becerileri, yardım severlikleri ve saygılı davranışlarıyla birçok insana olduğu gibi Rabin’in babasına da çok güven vermişti.
Bayro bu güzel yüzen gençleri yanına çağırdı.
“Gençler görüyorsunuz buradaki çocuklar, aç ve susuz kalmaya başladılar. Onların bizim yardımına ihtiyacı var. Ben yardım etmek istiyorum. Yardım etmek isteyen, elini elimin üstüne koysun,” dedi.
Önce David sonra Evin, Rabin, Deva adında diğerleri ellerini Beyro’nun elinin üstüne koydular.
Bayro’nun isteği üzerine boyunlarına bağlı olan şalı çıkardılar. Kenarlarındaki püskülleri birbirine bağladılar ve file haline getirdiler. Bayro gençlerin belindeki kayışları da rica etti, onları da topladı. Kendisi de yanına aldığı olta olarak kullanacağı naylon ipe bağladı. Öyle gençlerle birlikte bir kaç file hazırladı. Geminin iki yanından denize bıraktılar. Denizden bu filelerin içine düşen balıkları çekip toparladılar. Temizlediler. Önce kendileri yemeye başladılar. Ardından yiyecekleri bitenlere dağıttılar. Boşalan su şişeleri de denize bıraktılar. Şişeler deniz suyu ile dolduktan sonra çekip gemiye aldılar. Denizden dalgaların getirdiği dalları, tahta parçalarını topladılar. Güvertede yiyeceklerin teneke kutularından bir mangal yaptılar. Mangalda deniz suyunu kaynattılar suyun buharı tülbentlerin içinden süzülerek pet şişelerine aktı. Böylece birkaç kez Tülbentlerden geçirerek tuzunu aldılar. Deniz suyunu içilebilir hale getirdiler.
Gemide erkekli, kızlı bütün gençler Bayro’ya yardım etmek için yarıştılar.
Ona David Fransızca Bay anlamında olan Mösyo Bayro diye seslendiği için herkes ona Mösyo Bayro diye sesleniyor ve teşekkür ediyorlardı.
Herkes bir an önce sahile kavuşmak isterken Rabin, David, Elvin ve Deva İtalya’ya yaklaştıklarında birbirlerinden ayrı düşecekleri korkusunu yaşıyorlardı. Bu nedenle insanlar uyuyunca onlar üst güverteye çıkıyor bir birlerine sokuluyor, kaçamak öpüşüyorlardı.
İtalya’ya seksen millik bir uzaklık kalmıştı. Akşam güneşi denizi selamlayarak dağların arkasına yavaş yavaş kayıyordu. Martılar da yuvalarına çekiliyordu. Güçlü bir rüzgâr denizi sallamaya başladı, dalgalar her saniye daha yükseliyordu. Gemi iki ağaç arasına bağlanmış bebek salıncağı gibi sallanıyordu. Kadınlar çocuklarını göğsüne bastırıyorlardı. Herkes bulunduğu yerde tutunacak ne buldularsa ona sarıldılar. Metrelerce yükselen dalgalar güvertede bulunanları alıp götürdü. Onların çığlıkları gökyüzünü parçaladı!
Saniyeler saatler gibi zor geçiyordu. Hepsi bir an önce bu fırtınayı durdurması için Tanrı’ya yalvarıyordu. Çocuklar korkudan anne ve babalarının boynuna sıkı sıkıya sarıldılar. İyi yüzme bilenler bu arada üzerindeki giysileri çıkardılar. Denize dökülecek çocuklara ve yüzme bilmeyenlere yardıma hazırlanıyorlardı. David bağırdı:
“Deva, Elvin çabuk siz de üzerinizdeki elbiseleri çıkarın, gemi çatırdıyor, parçalanacak ve batacak!” dedi.
Rabin sözü ondan kaptı! “Çabuk, çabuk, utanmak yok, o elbiseler sizi denizin dibine çeker!” dedi.
Mösyo Bayro’de Arapça ve Kürtçe bağırdı.
“Çabuk olun, üzerinizdeki kalın elbiseleri çıkarın! Ceplerinizde ağır bir şey bırakmayın! Gemi batıyor, hep birlikte yüzeceğiz!” dedi.
Rabin küçük kardeşini beline kayışı ile bağladı. Bayro da karısını sırtına bağladı, denize atlamaya hazırlandı.
Rabin son bir kez Elvin’in gözlerine baktı. “Elvin, anne ve babalarımız duysun, seni seviyorum. Burada kurtulursak seninle evleneceğim!” dedi.
Onun sözünü ortadan ikiye bölünen geminin çatırtıları ve gemiyle içindekilerini içine çeken deniz dalgalar kesti!
Mösyö Bayro, “Ortasından ikiye bölünen geminin yavaş yavaş denize inen tarafın aksi istikametinden denize atlayın!” diye bağırdı. Sesi gökyüzünde çınladı. Önce David elini uzattı, Deva’nın elinden tuttu, denize atladı. Peşinden David, Rabin ile Elvin de denize atladılar. Ardından da Mösyo Bayro ve cesaretini toplayan, yüzmede kendilerine güvenenler denize atladılar. Bazıları da cep telefonlarını açarak yardım istemeye çalıştılar. Gemidekilerin büyük çoğunluğu parçalanan gemiden denize düştüler. Tahtalara, oturaklara, kapı kenarlarına sımsıkı tutunanlarında artık denizin üstünde kalma şansı kalmamıştı. Çığlıkları gökyüzünde kucaklaşıyordu. En iyi yüzücüler bile metrelerce yükselen dalgalarla boğuşmaktan yorgun düşüyordu. Rabin’in sırtındaki kardeşi onun yüzme gücünü daha da zorlaştırıyordu. Dalga yaklaşınca o suyun dibine dalıyordu, dalga geri çekilince tekrar su yüzüne çıkıyordu. Bu taktiği babasından öğrenmişti. Mösyö Bayro da yüzerken Rabin’i izliyordu..
Karaya yaklaştıklarında tahminen on – on beş metre yüksekliğinde şiddetli bir dalga Evin’i kaptı, havalandırdı, sonra denizin dibine çekerek çekildi. Artık Evin’in çığlığı kesilmişti. Çok az insan sahile ulaşmıştı. Altı yüz on sekiz insanı İtalya yakınında Akdeniz dalgaları yutmuştu! Yardıma gelen İtalyan denizcileri geç kalmışlardı. Bunca insanın yarısının bile cesetlerine ulaşamadılar!
O büyük acıdan sonra Rabin her gün rüyasında Evin’i görüyordu. “Gel, al beni, bekliyorum seni!” diyordu. Uyandığında ter içinde kaldığını ve yatakta olduğunu anlıyordu. Dışarı çıkıyor, kimsenin görmediği bir köşede oturuyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Gökyüzüne bakıyor, yıldızlara soruyordu.
“Evin yaşıyor mu, yaşıyorsa nerededir? Cesedi denizde bulunmadı. Beni her gece çağırıyor. O bir deniz, aygırının mı, bir köpek balığının veya bir deniz yıllanın karnında mı yaşıyor? Yaşamıyorsa neden her gece rüyama giriyor, bana çağırıyor? “
Rabin uzun bir yolculuktan sonra ailesiyle birlikte Almanya’ya ulaşabildi!
İngilizce bildiği için yerleştikleri bu ilticacılar kampındaki yetkililere yardım ediyor, onlara çevirmenlik yapıyordu. Bu onun hızla sevilmesini sağladı. Bu durum onun da hızla Almanca öğrenmesini sağladı. Çok yakışıklı, hazır cevap, esprili, muzip, yardım sever bir kişi olduğu için sık sık güzel Alman kızlarından arkadaşlık teklifi alıyordu. O tüm arkadaşlıkları geri çeviriyordu. Elvin’e kavuşma umudunu yitirmiyordu, yitirmek istemiyordu. David ile Deva onun acısını hafifletmek için elinde geleni yapıyorlardı.
Mösyo Bayro “Dost kara günde belli olur, diye boşuna dememişler!” diyordu. David ile Deva’yı öz çocukları kadar görüyor ve onları sürekli korumaya çalışıyordu. Onların Rabir’e bu yaşanan acıyı unutturmak için harcadıkları çabadan dolayı çok teşekkür ediyordu.
Rabir hazırladığı Facebook sayfasında sık sık cep telefonuyla çektiği Elvin’in fotoğraflarının altına birer cümlelik duygularını yazıyor ve yayınlıyordu. Bir gün bir genç “Ben bu kızı tanıyorum! Bu kızı İtalya’da bir hastane de tanıdım! Konuşmayı unutmuştu, hastanenin rehabilitasyon bölümünde ona konuşma ve yazma öğretiliyordu!” dedi. Önce inanmak istemedi. Ancak o orada grup halinde fizik tedavisi yaptıklarında çektiği bir fotoğrafı getirdi. Hemen fotoğrafı kaptı, defalarca gözyaşları içinde öptü Rabir.
Dalgalar Elvin’i uzak bir koya taşıyarak kayalıkların arasına atmıştı. Başı kayalıklara çarpan Evin günlerce sonra balıkçılar tarafında tesadüfen bulunmuştu. Aldığı darbelerden konuşma, hatırlama ve yazma hücreleri zarar görmüştü. Bunları unutmuştu. İtalyan sağlık kurumları onu tedaviye almıştı.
Elvin’in yaşadığını duyması onu çok sevindirdi. Rabir’in sırtından koca bir yük kalkmıştı sanki. Rabir önce hastaneyle, sonra İtalya’daki İlticacılar Dairesi’yle ilişki kurdu. Gitti bürokrasinin tüm engellerini aşarak ulaştı Elvin’e! Sarıldılar birbirlerine!.
“Bu yaşadıklarım bir rüya sanki, oysa gerçek” diye mırıldandı Rabin. Ardından +lvini daha güçlü bastırdı kucağına.
Gökten üç elma düştü, biri bu acı olaydan kurtulanlara, biri bu yazara, öbürü de bu öyküyü okuyanlara!
Ocak 2018
Molla Demirel
,Yayınlanığı sayfalar: Berfin Bahar kültür, sanat ve edebiyat dergisi, İstanbul Haziran 2018
Avrupa Postasıö Almanya. Hamburg, kültür, sanat ve edebiyat dergisi, Ocak 2018