Masamda değerli Ahmet Miskioğlu’nun yolladığı Türk Dili Dergisi vardı. Lütfi Kaleli’nin dergide bulan yazısı beni Malatya’da geçen çocukluğuma, gençliğime götürdü. Yazıda söz ettiği insanların çoğunu yakında tanırdım. Gerçekten övünülecek isimler. Osman Şahin hem Lisede Beden eğitimi öğretmenimdi, hem de bana ve bir çok arkadaşımıza Felsefe Öğretmeni Halis Keleş, Edebiyat Öğretmeni Oktay Akbay Ayaklı kütüphane olarak adlandırılan Avukat Öğretmen Münür Doğan Baloğlu, ile birlikte okumayı edebiyatı ve sosyalizmi sevdiren arkadaşlarımızdı.
Necati Güngör’ün annesi iki çocuğunu okutmak için nasıl çırpındığını hep saygı ile anarım. Malatya’da çıkarılan Haşhaş Gazetesi çevresindekiler onu çok severlerdi.
Okulda istiklal Marşı okunduğunda kendi aramızda bir kaç arkadaş sesli konuştuğumuz için, Mehmet Tekin (Kürt Mehmet), ben ve bir başka arkadaşımız karakolla götürülmüştük. O arkadas belki tanınmış bir Avukat çocuğu olmasından dolayı anımsadığım kadarıyla bir tek fiske yemeden babası onu karakolda almıştı. Ancak ben ve Mehmet Tekin’i polisler iyice hırpalamıştı. Sonra Mehmet Tekin’in ağabeyi Niyazi Tekin’i Öğrenci Yurdunda faşistler vuruğunda cenazesi Malatya’ya getirildi. Onun cenaze merasiminde Nazım Hikmet’in “Kerem Gibi” ve “Davet” şiirlerini okuduğum için tutuklandım. Ne babası davamı aldı, ne de kendisi geldi ziyaretime. O daha sonra sanırım İstanbul’da başladı yüksek okula, ben Diyarbakır Eğitim Enstitüsünde. Kompozisyonlarda hep en iyi notu o alırdı.
Ali Balkız’ın kardeşiyle aynı sınıftaydık ve ailecek tanışırdık. Daha sonra yeğenlerimizden olan Öğretmen Hatice Çolak ile evlendi. Nur topu gibi bir oğulları oldu. Hüseyin İnan’dan etkilenerek İnan adını koydular. Daha hiç bir yerde yayınlamadan İlk öykülerini okudum ve Fakir Baykurt’ta ulaştırdım. O değerlendirdi ve birlikte teşvik ettik sürdürmesi için. Fakir Baykurt’un söylemiyle “Öykü dilini çağımızda en iyi kullanan ve oldukça arı bir türkçesi olan bir yazar”.
Elbette Lütfi Kaleli’nin ikinci paragrafta söz ettiği hemen hemen bütün yazarlarla şu veya bu biçimde bir kaç kez bir araya gelmişliğim ve yazılarını, şiirlerini dinletilerini takip etmişliğim var. Ben bunları düşünürken en son Lütfi Kaleli ile üç yıl önce Köln kentinde bulunan Avrupa Aleviler Federesyonu’nun düzenlediği bir etkinlikte ben ve Metin Gür’ün yaptığı söyleşi ile anımsıyorum. L. Kaleli o gün de sohbetimizle beni bütün duygularımla sanki Malatya’ya götürmüştü. Ben daha orta okuldayken Lütfı Kaleli Ağebeyle ilişkilerim olmuştu. Beni ve başka gençleri yazmaya teşvik edenlerden biriydi.
Ben fotoğrafta çekerdim, şiir ve kısa deneme türü haberlerde yazardım. Bir “Basın Kartı” rica ettiğimde “daha yaşın küçük” diyerek vermeye yanaşmamıştı. Oradan çıkıp Gayret Gazetesine gittim. O zaman Gayret Gazetesi’ni Kemal Karataş yönetiyordu. Abim Kalender Demirel de oradaydı. Abim solgun yüzümü görünce sordu. Bende “Lütfi, Abiden bir Basın Kartı rica ettim, vermedi” dedim.
Kemal Karataş’ın kardesi İbrahim Karataş aynı zamanda benim sınıf Arkadaşımdı. Ona baktı, ardından “ İbrahim, git dolapta Basın Kartı var, bir tane getir” dedi ve benden bir fotoğraf istedi. Hemen bir basın kartı doldurdu, mühürledi ve imzaladı ve bana verdi. O kartı bir “Nazar değmesin Muskası” gibi hep saklarım.
Ben bu geçmişe dalmışken telefon çaldı. Elim varmadı. Hem Lütfi Kaleli ağabeyimin yazısını tekrar tekrar okumak, hem de geçmişimin anılarını yeniden yaşamak istiyordum. Ancak Alman ve İngiliz filolojisi mezunu olan iş arkadaşım Türkan Kurt hanım telefonu aldı. Sonra “eşiniz, Sakine hanım arıyor, önemliymiş”dedi ve bana bağlattı.
Sakine kekeleyerek konuştu. “Dayın İsmail’i yitirmişiz, biraz önce aradılar.” dedi.
Elimden avize düştü. Zaten oldukça soğuk olan ve griyle kapalı olan kent bütünüyle daha da karanlığa gömüldü sanki. Dişlerim, bütün vücudum titremeye başladı.
Türkan hanım bir bardak su getirdi. Bir yudum içtim. Kendimi toparladım. Çantamı alıp eve geldim oradan da Bilefeld kentine gittik.
Hani hep derler “Her ölüm erkendir.” Gerçekten öyledir. Ancak gurbette her ölüm hem erkenin erkendir, hem de zorun zorudur. Bielefeld’e vardığımda Abim Mehmet oradaydı ve onunla birlikte Kürecik aşiretinden yüzlerce insan ve İsmail dayımın dostları iş arkadaşları toplanmıştı.
İsmail Dayım derim ona hep. İsmail Arı özünde Annemin dört kardeşinden biri olan Hüseyin Dayımın oğludur. Ama biz Dayımızın çocuklarına da hep “Dayı” diye hitap ettik. İsmail benden sadece iki yaş büyük. Dayım Hüseyin onu okutmak istedi, köylerinde okul yoktu. Bizde başladı ilk okulla, dayanamadı koçuna, kuzusuna kaçtı okuldan. Mala, mülke çok düşkündü. Çok güzel kaval, gırnata çalardı. Kaç kez en iyi koç olacak tokluyu bir çan, bır kaval veya bir billur ile değiştiğini ve babasından azar işittiğini bilirim. Anam hep korurdu onu. Adım gibi inanıyorum ki eğer o teşvik edilip bir müzik okuluna yollansaydı, bugün Türkiye’yi temsil edebilecek bir müzisyen olurdu. Askerden sonra köyde davar ve mülk ile uğraşmak istemedi.
Abisi olan Garip dayımın yanına Adana’ya yerleşti ve onun Tuhafiye mağazasında çalıştı. Oradan da Almanya’ya 1971 yıllından geldi. Eşini çocuklarını yanına aldı. Çok ağır işlerde çalıştı. 5 oğlu oldu, hepsini yetiştirdi. Hepsini mal, mülk ve iş sahibi yaptı. Gözü hep doğduğu topraklardaydı. Gidip akrabalarından tarlalar aldı, içinde modern bir ev yaptı. Kayısı bahçesi yetiştirdi. Altı ay önce erken emeklilik yasasından yararlanarak emekli oldu.
“Köyde ne yapacaksın dayı?” dediğimde güldü. “Yeğen bilirsin, benim gönlümde hep kaval çalmak var. Ağaçların altında oturup İnsafa kaval çalacağım. Aradan birde Arimazın’a ( Başyurtta) keklik avlamaya gideceğim” dedi. İnsaf onun yari ve çocukların anasıydı.
Güldüm “yapma dayı!” dedim.
“İnan yeğenim, Kali Hude’nin toprağı, Arimazın, dağı ile deresi ile her gece beni çağırıyor.” İnsaf’ın sağlığı biraz iyi değil, birde çocuklardan vaz geçmiyor. Ama kulağımda hep yaylada esen rüzgarın, koyun sürülerinin çan sesi, kuzu sesi, keklik sesi var. Beni çağıran bu seslere de ben dayanamıyorum”
demişti. Sonuçta Kürecik Aşiretinde oldukça saygılı bir adı olan Kali Hude’nin torunu gurbetteki İsmail gerçekten o hasrete dayanamadı.
Son yolculuğunda toplanan akrabalar ve dostlarına acımızı bölüştükleri için iki cümle söylemem istendiğinde benimde gırtlağımda cümleler kilitlenmişti. Belki beni de çağırıyor aynı topraklar.
Ben de çocuklarımdan kopamıyorum. Anlaşılan bu dilli, kültürü bize yabancı olan ülkelere ayak üstü geldik, ama sırt üstü bir cenaze tavattundan geri döneceğiz. İlk kuşağın büyük bir kısmı böyle güz yaprağı gibi dökülerek bizden önce gitmedi mi….
Münster’den 24.02.2009
Yayinlandigi Gazete:
TR- Malatya Yenigün. 06 Mart 2009
D-Ulm, Merhaba 13 Mart 2009
Not:
Bu yazıda bizimle karakola götürülen arkadaşın adını daha önce vermiştim. Karakola giden her insanın hırpalandığını. Ancak kendisinin adının böyle bir yerde anmamı ve yazıda çıkarmamı istedi. Bende çıkardım. Elbette ki anımsamak istemek veya istememek onun kişisel tercihi ve kararı.
Nasıl ki İstiklal Marşında o çocuk yaşta kendi aramızda konuşmak Spontan bir şeydiyse Lütfi Kaleli Ağabeyin yazısını okumam da Malatya da yaşadığımız bazı anılarda öylesine spontan, ard niyet taşımayan tersine adı geçenlerin hepsine o arkadaşa da olan saygı ve geçmişe olan bir özlemimin satırlara akışıydı…
Elbette Malatya’ da çeşitli karakollarda, Ceza Evi’nde yaşadıklarımızla birlikte çeşitli kurumların eğtimimize olan katkılarını yazdım. Bizim Ortaokul ve Lise öğretmenlerimizinde bir çoğunun kurumu olan TÖS ve TÖB – DER ile kısa da sürmüş olsa HAŞHAŞ GAZETESİ gerçekten bir okuldu. Düzenlediği toplantı ve seminerlerle, okumamız için önerilen veya ödünç verilen Klasiklerle gelişmemizi, ülkemizi ve dünyayı tanımamızı sağlamakla da kalmadılar. Okuduklarımızın üzerinde düşünerek farklı algılama, farklı düşünceleri karşılaştıra bilme alanında bizim çok iyi bir eğittim almamıza katkıda bulundular.