Gülay büroya girdi, genç polis ayağa kalktı.

“Merhaba İbo” dedi gülerk

“Merhabe Komserim” dedi kekeleyerek.

“Ne o, gene sıkıntılısın?” dedi ona Gülay.

Onun sözüne yanıt vermedi. Masasında ki Fax’ı aldı, elli titre yerek Gülay’a uzattı. Üç kez ard arda okudu. Dudakları titredi. Gözleri dolu dolu oldu.

“Halk düşmanlarının gücü seni de ortadan kaldırmaya yetti. Sen Apé Musa bilimcilerin araştırmacıların darda kaldığı zaman baş vurdukları kaynak, düşküne Hızır gibi yetişen, ’Çocuklara savaş şarkılarını değil barış türkülerini öğretin’ diyen ve halkların barışı için direnen büyük insan..Gelecek kuşaklarımızın da yüre-ğinde yaşayacaksın. Mafya patronlarının saltanatı bakalım ne zamana kadar sürecek,” dedi usulca.

“Komserim, gir yan odaya, bak seninkiler bu haberi alır almaz bayram etmeye başladır. Masalarındaki kahve ve pastayı gör. Bu ay içinde onüç kurban. Hepside birbirinden güzel, hepsi bilgi dolu beyinlere kıydılar. Fotoğrafa çarpı işareti korken Kütahyalı, adeta alay edercesine bana baktı, gülüştüler. Ne zamana kadar susaca-ğız? Bunlar vatandaşın can ve mal güvenliğini korumak için dev-letten aylıklarını almıyorlar, tersine çağdaşlığın yolunu tıkamak, insanları ortaçağın karanlıklarına özendirmek, kökten dincileri korumak için görevlendirilmişler sanki…”

“Dikkatli ol İbo. Bu duvarların kulağı var biliyorsun. Sevinç-lerini geri kusacakları günde elbet gelecek. Her halkın sabırının bir sınırı vardır. O sınırı aştımı yollar değişir,” dedi yavaşça.

Gözlerinden yaşlar bir gümüş sicimi gibi yanaklarına aktı.

“Hayır, bu itoğlu itler beni bu durumda görmemeliler,” dedi.

Tuvalete girdi, içi boşalıncaya kadar sesiz, sesiz ağladı. Sonra ellini yüzünü yıkadı. Geldi masasına oturdu. Genç bir bayan polis getirdi önüne bir çay koydu. Gülay zile bastı.

“İbo, söyle Hüseyin’e gidiyoruz. Çabuk hazırlanın. Murat’da arabayı hazırlasın, o da gelecek bizimle” dedi.

Gülay’ın duygulandığını, mutlaka öç almak için bunları seçtiğini düşündü. Önce bu düşüncesini, Hüseyin ve Murat’ta açmak istedi, sonra vaz geçti.

“Beyoğlun’daki Nalbantçı’ya gidiyoruz. Dün Savcılıktan arama emri aldım. Nalbantçı’nın bodrumu silah ve mermi kasaları ile dolu. Eğer bize bu belgeyi verenlerle ilişkileri yoksa, size iyi bir ziyafet çekmiş olacağım. Ama çocuklar, bunlar tehlikeli. Özellikle Uzun Ömer, fotoğrafı bu. Sanırım, tanıyorsunuz. En ufak bir dav ranışında ezin. Apé Musa’nın kanı daha onların elinde koku yordur. Bu akıttıkları kanın ve göz yaşlarının bedelini ödemeliler.’’

Bu sözlerin ardından tek tek arkadaşlarının gözlerine baktı. Hüseyin’in yüzü gülüyordu. Diğerlerinin başları önünde eğik duruyordu. Aldıkları faxtan mı yoksa, gittikleri baskının tehlikeli bir iş oluşunda mıydı, ayırdetmesi mümkün değildi. Gülay’ın bunları ne düşünecek, ne de şu an önümseyecek vakti vardı. Bir an önce ilerici bilim, yazın ve yayıncıların, demokratların can düşmanı olan adamlardan birinin varlığını dağıtmak ve onları halka teşhir ederek acısını azaltmak istiyordu.

Beyoğlundaki Nalbantçıya vardıklarında iş yerinin tamamen boşatılmış olduğunu gördüler. Deliye döndü. Küfür üstüne küfür yağdırdı. Bitişik kırtasiyeciye girdi Gülay.

“Ne zaman burası boşandı. Daha dün çalışıyordu’’ diye sordu.

“Abla, buraya bugün işbaşı ettim. Ben bilmiyorum!’’

Zaten başka bir yanıt beklemiyordu. Başını salladı. Uzun Ömer’ in evine vardılar, zile bastılar yanıt yok. Komşusunun ziline bastı- lar. Bir bayan çıktı.

“Onları, giden akşam bavullarıyla çıkarken gördük. ‘Üç haftalığına adalara dinlenmeye gidiyoruz, komşu’ dediler… ‘’

Gülay daha fazla birşey duymak istemedi. Olaylar korktuğu ve tahmin ettiği gibi geliştiğini anladı. Doğrudan savcıya gitti. Kapıyı vurmadan içeri daldı. İbo ile Hüseyin rüzgar gibi unu izlediler. Savcı bir an şaşırdı. Ardından hemen topladı kendisini. Alay edercesine konuşmaya başladı:

“Oh Komser Hanım, ne o, adamlarınla beni tutuklamaya mı geldin? Yoksa…’’

Gülay bir gün önce kendisinden aldığı ‘Arama Hakkı Belgesi’ni avuçlarından ezdikten sonra masasına fırlattı. Savcı onun kurşun gibi bakışları altında kendisinin ezilmiş, bitkin bir hale geldiğinin ayrımında oldu. Bir tek söz söylemeden kapıyı çarparak çıktılar. Savcı, hemen telefona sarılarak yetkililere durumu illetti.

“Bu kadın çizmeyi aştı.Yanında da her zaman aynı adamları, dalkavuklarını taşıyor. Bunların işini bitirin!’’ dedi. Karşı tarafın yanıtını beklemeden telefonu kapattı.

“Şimdi eve gidip Mamo Hoca’ya nasıl anlatacağım Apé Musa’nın ölü bulunduğunu,” diye mırıldandı.

Kafası darma dağınıktı. Hiç birşey yapacak hali yoktu. Arkadaşlarını geri daireye yolladı. Kendisi sahile indi, biraz dolaştı. İyiki, Feribot’un kalkması için biraz daha zaman vardı. Sonra kendisini Feribot’ta buldu. Her halıyla doğulu oldukları belli olan üç dört genç gözlerine ilişti. Onların yanına varınca rahatladı. Onlar kendi aralarında Kürtçe konuşuyorlardı. Orta boylusu, saat yirmiüç’te otubüsler kalkacak, Apé Musa’nın cenazesine gitmek için. Ancak en geç saat yirmibir’e kadar kaç kişinin geleceğini bu telefona bildirmek gerekiyor’’ dedi.

“Bunlar bizimkiler. Demek duymuşlar. Belki Memo’da bu kötü haberi almıştır’’ dedi kendi kendine.

Eve vardığında, Memo dikilmiş  pencereden dışarıyı izliyordu. Omuzuna dokundu.

“Ne o, hoş geldin bile demiyorsun? Bir öpücükte verdiğin yok. Pencereden kimleri izliyorsun?”

Erik dalına konmuş iki kargayı gösterdi. Nedense burdaki yaşantımızı şunlara benzetiyorum. Ayrıca içimde dayanılmaz bir sıkıntı var. Neyse, boş ver bunları”

“Evde çocuklar yok mu?”

“Duymuyor musun, katır gibi tepişiyorlar. Allah geldimi, dünya onların oluyor. Sabahtan beri boğuşuyorlar, türkü söylüyorlar…”

“Ne yapsın çocuklar, babaları okumaktan, yazmaktan, onun bunun günlük işlerine koşmaktan ve politika yapmaktan zaman veremiyor. Babalarından bekledikleri ilgiyi Allah Amcaları geldiği zaman ondan çıkarıyorlar.”

“Gene başlama. Karnımız aç, bir Kömbe yapta, biz senden yeterli ilgi görmüş olalım.”

“Vallahi, kömbe değil, bir çay bile bugün yapmam. “

“Yaparsın, hemde nasıl, eşek gibi.”

“İşte bunlar da bizim aydınlarımız. Faşistlerden ne farkı var(!) Madem öyle, şu andan itibaren bir daha sofraya bir tek tabak bile koymayacağım. Günde oniki saat eşek gibi çalış, gel iki çocuğa, herife, gelenine, gidenine hizmet et. Ardından da bu sözleri işit. Yeter artık çektiklerimiz!..”

“Ben sana diyorum, hemen, hamur yoğurup, bir kömbe yapacaksın!”

“Bende diyorum yap-ma-ya-ca-ğım, anladın mı?”

“Şimdi saçlarını ellerime dollarsam, yapıp, yapmadığını görürüz. Beni buna zorluyorsun…”

“Erkekliğini ispatlamak istiyorsan, bir dene bakalım, başarabilecek misin?’’

Memo döndü, sandalyeyi kaptı, tam Gülay’ın kafasına inmesi için bir kaç milimetre kalmışken Temel bir kurşun gibi yetişti, çekti Memo ile birlikte havalandırdı. Tabancasının kabzasına elli giden Gülay’da, elini ateşten çeker gibi geri çekti. Memo burnundan solarak konuştu.

“Ne altıncı Filo gibi giriyorsun aramıza?” dedi.

“Yahu, sende nerede boktan birşey varsa, beni ona benzetiyorsun!” yanıtını yapıştırırdı.

Bu sözün ardından hemen ’Ne ağlarsın be deli gönül / Kara gündür gelir geçer’ türküsünü söylemeye başladı. Çocuklar da odadan fırladılar, eşlik ettiler, Gülay’da ellerini Memo’nun omuzuna koydu ve güzel sesiyle eşlik etti. Ardından da Memo katıldı. Türkü türkü’ yü çekti. Açlıklarını unutmuşlardı. Zil çaldı. Memonun kız kardeşi, bir tepsi Kömbe ile içeri daldı.

“Gülsüm Ablam. Canım ablam, niye iki saat önce getirmedin. Aha beceremediğim bu zıkımın yüzünde, az daha kardeşin evimizi kan gölüne çevirecekti,” dedi

Memo utanarak yere baktı.

“Ben dışarıda dalda kargaları görünce, köyü, çocukluğumu, annemi, kardeşlerimi, anımsadım. Annemin, ablamın bize kor içinde yaptığı kömbe kokusu sardı, bedenimi. Gülay’da itiraz edince isteğime, bir tuhaf oldum, erkekliğim, kişiliğim zedelendi sanki. Ne bileyim, öyle kötü bir duyguya kapıldım. Kendimi ispat lamak istadim her halde. Belki Apé Musa’nın olayı da etkiledi beni. Ama boşuna bizim Temeli’ye ‘Allah’ demiyorum. Gene o yetişti imdadımıza. Yoksa bu iki seven, bir anlık düşüncesizliğe kapılıp kıracaklardı birbirini,” dedi.

Gülay, tüm ailenin Apé Musa’nın olayını duyduğunu ve bu akşam Yemeğini de baş sağlığı dilemek anlamında Gülsüm’ün hazırladığını anladı. Dudaklarını ısırdı. Serkan baktı ablasının, halasının, amcasının, anne ve babasının yüzüne tek, tek.

“Ne, bir birlerini mi kıracaklardı? Hım, amcamın adı Allah değil, Temel’mi? Okulda Allah bizim amcamız dediğimizde arkadaşlarımız, öğretmenlerimiz gülüşüyorlardı. Şaka ediyoruz sanıyorlardı. Belkide sapık olduğumuzu düşünmüşlerdir,” dedi.

Ayten kardeşi üzülmesin diye sözü kaptı.

“Ama olsun, onların Allahı, sadece onları korkutuyor. Onlar için yaptığı başka hiç birşey yok. Bizim Allah amcamız, bizimle oynuyor, istediğimiz her konuda yardımcı olmaya çalışıyor. Onlar isterlerse Temel desinler, bizim için amcamız Allah,” dedi.

Temel bu konuyu uzatmamak için ‘El veriyor, el veriyor, orta direk bel veriyor’’ türküsünü başlattı. Ertesi gün Apé Musa’nın  cenazesine katıldılar.

“Memo Hoca söylediklerimi unutma. Ben ölürsem ağıt istemem. Beni sevenler, sevdiğim türküleri, direniş türkülerini söylemeliler. Güzel Allah, yani kardeşim Temelli, belli olmaz ama sen gençsin. Cenazeme gelip türkü söyleyeceksin. Yoksa öbür dünyada yakana yapışırım,” derdi sık sık.

Mezarın başında hep birlikte tükü söyladiler. Apé Musa’da gene onlara eşlik ediyordu sanki. Güneş tepelerinde gülüyor, uçan kuşlar el ediyordu.

“Prof. Muamer Aksoy, Prof. Üçok, Turan Dursun, Uğur Mum cu gibi insanlar öldürüldü. Sivasta güpegündüz çoğunluğu sanat ve kültür adamı olan otuzyedi insanın yakıldı. Şimdi gene bir araştırmacı ölü bulundu. Halk halen suskun. Korkuya bu kadar tutsak, akla bu kadar düşman acaba çağımızda daha kaç toplum var. Sesimizi yükseltmiyecek miyiz…” dedi Temel.

Gülay sözü kaptı Sivas’ta yakılan Behçet Aysan’ın şu dizelerini okudu:

 

‘‘Çıkarın ışıkların peçesini

Hapishanelerin taş avluları

Ve mazarlarda dolaşan analar

Şarkılarımızın acı ezgileri

Çıkarın ışıkların peçesini.

 

Birlikte yürüsün gölgeleri

Birlikte yürüsün ölülerimizin.’’

Memo Hoca güzel eşinin gözlerinde toplanan bulutlara baktı, başını kaldırdı gökyüzüne dikti, sonsuz bir mavilik, ardından da Apé Musa’nın mezarına baktı. Onun sık sık tekrarladığı şu cümleleri anımsadı:

“Aydın kişinin en önemli özelliği ve görevi kışkırtıcı olmak değildir. Asıl görevi karanlıkları aydınlatmak olmalıdır. Bunun için de ellindeki en etkili olanakları korku ve kargaşa üretme yerine, merak dürtüsünü iyi kulanarak, hem kendisini hamde içinde yaşadığı toplumu, yaşanan olayları sorgulamak, araştırmak, ger-çeği, doğruyu bulmaktır. Bir ülkenin adalet ve eğitim kurumlarını bir yerlere körü körüne bağımlı kişi ve gruplar ele geçirmişse, o toplum felaketlerin elinde yakasını zor kurtarır…”

“Onu da güneşe gömdük” dedi Gülay, elini tutarken Memo’ nun.

Oradan ayrılırken beklenmez acının hüznü hepsinin yüreğini sarmıştı ve damlalar bir yağmurun ardındaki gök kuşagı gibi yanaklarında parlıyordu…