“Gülmek kolay mı? Kadın olacaksın, üstelik müslüman bir göç menin karısı olacaksın. Gönlünden coşkuyla akan mutluluğun bir gülücüğü yanağında açacak. Bu Loto’da altıyı bulma gibi bir iştir..” dedi Emine.
O gülmek, eğlenmek istiyordu. Oysa sıkıntı yapışmış yakasına, bırakmıyordu. Yüreğindeki sıkıntı her geçen gün büyüyordu. Evdeki yaşam biçimi ne renkli TV’den gördüklerine uyuyordu, ne de gelişmiş ülkede yaşayan milyonlarca insanın yaşamına. Bunlar yetmiyormuş gibi her gün Dazlakların saldırıları ve yaktıkları evlerle ilgili öyküler anlatılıyor. Kadınların, basının, radyo ve TV’ nin başka anlatacak bir şeyleri yoktu sanki.
Kaç yıldır Laz Ahmetle birlikte yaşıyordu Emine? Bunu düşündü. Bir türlü anımsıyamadı.
“Konuşulmayan bir olay unutulmaz mı” sözleri yavaşça süzüldü dudaklarından.
Ne ediyordu da Ahmet yaşamlarındaki böyle önemli bir günü hiç konuşmuyorlardı.
“Ne edecek? İnsan gençken evliliği bir bok sanıyor. Zaman geçince evlendiğine bin pişman oluyor. Hele şu kahveler varken, kaç kadın mutlu olur? Onu yaratanın iki gözü çıksın…” dedi.
Gözlerine bulutlar yüklendi. Elindeki fırçayı fırlattı yere. Her iş günü Laz Ahmet sabahın erkeninde yatağından fırladığı gibi çan-tasını kapar, fabrikanın yolunu tutar. Emine onun ardından bakar, “Allah kollarına kuvet versin ve seni çocuklarımıza bağışlasın” sözcükleri, bir telesekretere işlenmiş gibi dudaklarından akardı.
Bu sabah da aynı şeyi yaptı. Ardından yirmibeş yıldır kirini temizlediği, yemeğini, yatağını hazırladığı kocasından bir defacıkta olsa “Eline sağlık ve şimdilik hoşça kal!” cümlesini duymadığını anımsadı. İçlendi. Gözlerindeki bulutlar yağmura durdu.
“Boşuna dememişler ya ‘Çocuklarının babası da olsa, eloğlu’. Kadının çilesi bu” sözleri göz yaşlarına karıştı.
Nedense bu gün Emine’nin içindeki sıkıntı çekilmez hale geldi. Kocasının paydos saatini zincirle çekiyordu. Bir an önce eve var-malıydı. Akşam yemeğinden önce onu evede görmek isteğinin önüne geçemiyordu. Belkide bu Almanya’da bir kasırga gibi esen yabancı düşmanlığı ile birlikte, Emine’nin içinde korku da büyü- yordu. Bu korku onu önüne katmış bir yerlere sürüklüyordu. Ama o bunun ayrımında değildi.
“Adam işten çıkınca eve gelse! Eve saldırır ve ateşe verirlerse bari yavrularımızı korur. Nede olsa erkektir” diyordu, sıkça son günlerde.
“Babamız kahve hastası çocuklar. Ne yapsak da, oradan koparsak?” diyecek olur ardından “olamaz, babalarını kötülemeye hak kım yok” düşüncesi bir çivi gibi yerleşirdi Emine’nin beynine.
Bugün her şey daha farklı gelişiyordu. İçindeki sıkıntının önüne geçemiyordu. Ellleri, çocuklarına bir akşam yemeği bile hazırlamaya varmıyordu. Deli bir keçi gibi dolanıyor, bir odadan çıkıp öbür odaya giriyordu. Oysa Ahmet, her günkü alışkanlığı ile iş yerinden çıkınca doğru kahveye varmış ve orada arakadaşlarıyla oyununa çoktan oturmuştu. Yenilen, orada oturan herkesin çayını ödeyecekti.
Emine’nin gözleri önünden, son günlerde TV’de gösterilen Mölln ve Hattingen olayları geçti. Dazlakların o asker gibi rap rap yürü yüşleri, gençlerin karşılıklı bir birlerine saldırısı, çığlıklar, ateşe verilen evler, yükselen alevler, Dazlaklar, Dazlaklar… Geldi telefonun önüne çöktü. Elini telefona uzattı. Ezberebildiği tek telefon kahveninkiydi. Titreyen parmaklarıyla çevirdi. Ahizeyi alan Garsona ”Laz Ahmed’i verin ” dedi ağlayan bir sesle.
“Laz, seni arıyorlar, telefon….” diye yükselen genç garsonun
sesini ahizede duydu.
“Benim, Ahmet! Caddede Dazlaklar geziyor. Korkuyoruz, çabuk eve gel.”
“Korkacak ne var kız. Oyunumuzun son eli. Bitince hemen varıyorum” dedi.
Emine’nin konuşmasına fırsat vermeden ahizeyi kapattı. Emine saçlarını parmaklarına doladı. Ağzına götürdü ve sakız gibi çiğne-di. Saniyeler, aylar ve yıllar gibi ağır akıyordu. Oturma odasında-ki koltuğa kendisini bir çuval gibi bıraktı. Gene gözlerinin önün-de Dazlaklar, rap, rap yürü yüşleri… Kalktı o bildiği telefon numaralarını yeniden çevirdi. Öbür yandan tok bir ses yanıtladı.
“İslam Derneği – Çayevi!”
“Dazlaklar mahalleyi sardı. Laz Ahmed’e söyleyin, bize yetişsin” tümcesini kurulmuş bir saat gibi aktardı.
Bu sözlerin ardından bütün vucuduna soğuk bir ter yürüdü. Su içinde kaldı. Avize eline yapışmıştı sanki bırakamıyordu. Genç garsonun sesini duydu.
“Hey duydunuz mu? Dazlaklar Bodenbrock’u ateşe veriyormuş!”
Garsonun bağırmasıyla masadan başını ilk kaldıran Ömer oldu. Tek başına oturuyordu. O an kafasında intihar etmeyi planlıyordu. Gözlerini duvarda asılı bulunan Türk Bayrağına dikmişti.
“Bütün umutlarım baharda don vurmuş çiçekler gibi döküldü. Kaç yıldır hergün onlarca kapıya varıyorum. Büyük umutlarla vardığım her kapı yüzüme kapanıyor. Gücümü satacağım, karşı-lığında kazanacağım bir ekmek parası. Kısmetim kapanmış. Yok Allahım yok. Bu dünyada kısmetimiz kesilmiş. Çalıştığım, para kazandığım o günlerde, ne kadar çok dostum vardı. Akrabaları-mın yanında ne kadar değerliydim. İşsiz kalınca gün be gün hepsini yetirdim. Nasreddin Hoca boşuna ‘Ye kürküm ye’ dememiş. Ya senin temsil ettiğin ülke, bayrak. Senin uğruna her an kan dökmeye ve canımı vermeye hazırdım. O nedenle seve seve iki yıl askerlik yapmıştım. Bize bir türlü bir ekmek kapısı açmadın. Bu yabancı memleketin adamları hakaret ediyor. Kovalıyor da sahip çıktığın yok.”
Sigarasından bir kaç nedes çektikten sonra aynı noktaya gözlerini dikerek mırıldamasını sürdürdü.
“Aman gelmeyin, nasıl yaşarsanız yaşayın. Yeterki oradan döviz yollayın” anlayışı içinde ülkemizi elinde bulunduranlar. En iyisi sana sarılacağım. Üstüme bir litre benzin dökeceğim. Çakmağımı çakacağım ve son kez sigaramdan bir nefes çekeceğim. Belki bu olay dünya alemin dikkattini çeker. Ben kül olacağım, ama belki benim gibi acılar içinden kıvrananlara bir kapı açılır…”
Ömerin mırıldamasını ve bu düşüncelerini burada garsonun yüksek sesi kesti. Ayağa fırladı. Bağırdı:
“Erkek ve müslüman olan, damarlarında birazcık Türk kanı
olan benimle gelsin! Yetmiyor mu bunların yaptığı, artık yetmiyor mu?”
Orada bulunanlar ellerindeki oyun kağıtlarını masaya fırlattılar. Tavlaların kapanış sesi, birer dinamit gibi ard arda patladı. Hepsi ayaklandı. Herkes üstünde oturduğu sandalyeyi ayağı altına aldı ve bir bacağını kopardı. Kahveci bu ani olay karşısında nasıl davranacağına karar veremedi. İçinden garsonuna binlerce küfür yağdırdı, ama dışa da vuramıdı.
Arabalara koştular. Otomobili olmayanlar arkadaşlarınnın arabalarına binerken “Allaha şükür ben de müslümanım. Ben de Türküm, ben de sizinle geliyorum…” dediler.
Bir kaç dakikanın içinde yirmi araba kırmızı ışıkları geçerek bir birini izledi. Peşlerine polis arabası düştü. Hasan polisin engelini aşmak için kenara çekildi.
“Ne oluyor size, bütün trafiği alt üst ettiniz. Verin sürücü belgenizi!” dedi yanına varan polis memuru.
“Daha ne olmasını bekliyorsunuz? Bodenbrock’u basmış Dazlaklar. Mahleyi yağmalıyorlarmış. Siz yuvalarını korumaya giden insanların peşine düşeceğinize, Dazlakları durdurmak için çaba gösterseniz ya!..” Cümlesiyle yanıtladı Hasan onu.
Bu sözlerin ardından arabasını gazladı. Polis Memuru şaşırdı. Merkeze haber verdi. Polis, bir kaç minibus dolusu memurla, onlarla aynı anda Bodenbrock’e vardı. Oraya varanlar birbirlerine sormaya başladılar.
“Dazlaklar nerede, hangi yöne doğru kaçtılar?”
“Dazlaklar mı? Şu yana koşanlar onlardı herhalde.”
“Yok, yok öbür yüne gitmişler…” dedi bir başkası.
Bektaşiler Derneği’nin başkanı Murat işten dönüyordu. Kalabalığı görünce yanlarına vardı. Konuşmalara kulak verdi. Herzamanki o erenler tavrıyla konuştu:
– 2 –
“Dazlakları burada değil, gidin mecliste arayın” dedi ve sesizce yoluna koyuldu.
“Bunlar Cin mi, Şeytan mı yahu, hemen ortadan kayıp oldular?” dedi Kütahyalı Ahmet.
Emine Türkçe sesleri duydu. Pencereye vardı, yavaşça açtı. Biraz tepeden onlara baktı. Ardından usulca bir köşeden toplanan kadınların yanına vardı.
“Ne olmuş Dazlaklar mı Mahleyi basmış?”
“Bilmem ki bacım, öyle diyorlar…” dedi ince bir sesle Ayşe.
Samiye ona laf yetiştirmek için sözü kaptı.
“Korkuyoruz bacım. Çocukları bir ekmek almaya göndermeye korkuyoruz” dedi.
“He annam, hemde nasıl korkuyoruz!” cümlesi ordaki kadın-ların hepsinin dudağından aynı anda döküldü.
Ardından gene Samiye konuşmaya başladı.
“Mölln olaylarından bu yana gözlerime uyku girmiyor. Birazcık dalsam kötü kötü rüyalar görüyorum. Bizimkinin aldırdığı yok. ‘Korkunun ölüme faydası yok’ diyor. Adam başını yastığa kor komaz horul horul uyuyor.”
“Ne olacak erkek milleti. İşten kahveye, kahveden yatağa… Çocukların, kadınların yüreği patlamış adamların umrundan değil…” dedi Emine.
“Olur mu hiç bacım, onlar da baba. Fabrikalarda veya yer altında çalışmak kolay mı? Yorgunlukta canları çıkıyor…”
Sen herkesi kendi kocan gibi biliyorsun İlknur. Senin ki yılda kaç kez kahveye gidiyor? Her zaman seninle ve çocuklarınızla ilgileniyor. Ya bizimkilerin durumu ne?” diye sitem etti Ayşe.
Ralf, Hitler’in “Benim Kavgam” adlı kitabını okuyordu. Elindeki tasta kahvesi tükenince kahve almak için kalktı. Gözüne caddede ki kalabalık ve polisler ilişti. Pencereyi hafif araladı, caddede olup bitenleri izledi.
“Burayı basmaya gelen Dazlakları yakalayacağınıza, kendilerini korumak için toplanan bizleri dağıtmak ve kimliklerini tesbit etmek istiyorsunuz” sözlerini duydu.
Ralf yanına varan Nobert’in omuzuna, cebinden çıkardığı kalemle bir Gamalı Haç çizdi. Ardından mutluluk dolu bir tonla konuştu:
“Nihayet başardık. Artık kimse bu akışın önünü alamaz. Alamıyacaklar da…”
“Neyin akışını?”
Başı ile caddede oluşan kalabalığı ve onların kimliklerini tesbit etmeye çalışan polisleri gösterdi.
“Korku dört bir yana sindi. Artık güçsüz olanlar saflarımızda yer alacaklar. Hedefe yürüyeceğimiz güne yaklaşıyoruz, bu kez yeneceğiz!”
Sözünü sürdüremdi. Karşı caddenin köşesinde kucakları çiçek dolu ona yakın Alman çocuğunun geldiğini gördü. Çocuklar pala bıyıklı, elleri nasırlı, esmer adamlara ve başı bağlı, siyaha saçları omuzlarına dökülmüş kadınlara çiçekler dağıtmaya başladılar. Onlar da çocukların yanaklarını ve saçlarını okşadılar. Boğazında sözcükler düğümlendi, yutkunamadı. Ralf’ın yüzü duvarda sararmış kireç boyaya döndü…