Yirmi yıl önce yitirdiğimiz, öğretmen, yazar büyük insan Fakir Baykurt’u anımsarken ” o olmasaydı bugün ben yazın alanında olabilir miydim” sorusunu kendime sordum. Sanırım onu bu anma günlerinde yüzlerce insan kendisine aynı soruyu sormuştur.
Raflardaki kitapları yeniden bir elden geçirdim, sıraladım, yüzden fazla insanın kitabına önsöz yazdığına yeniden tanık oldum. Bunların hemen hemen yüzde sekseni köy ve küçük memur kökenli ailelerden gelen insanlar. Bunları bir araya getirsek her halde iki, bir kaç ciltlik bir eser ortaya çıkar.
“Fakir Baykurt’un Yıllanların Öcü adlı eserinin ödül aldığı ve Filim olarak sinamaya aktarıldığı günden bu yanı hemen hemen her çıkan eseri üzerinde yüzlerce yazın ve sanat adamı yazdı görüşlerini. Başta Türkiye halkı olmak üzere dünya halklarına 50 kitaptan fazla eser bırakan bu devrimci, sosyalist, Öğretmenler sendikasının örgütleyicisi, eğitimci halk yazarı hakında yazılanlardan, söylenenlerden farklı olarak ne yazmalı ve konuşmalıyım” sorusunuda sordum kendime. TÖS ve TÖB DER örgütlenmesni, bu örgütlenmede gerici güçlere ve askeri faşist darbelere direnişini arkadaşim Kemal Yalçın, Kitaplarını Türkiye’den köyden kente bakışını içeren bakışını ve Türkiyeden, almanyaya göçen işçilerin Almanyada yazdığı kitaplarda ele alışını arkadaşım Mevlüt Asar işleyecek ve bu 90 yaş günü ve onun bizden ayrılışın 20 yılında elle alacaklar.
Burumda ben anma etkinliğine gelmeden Fakir baykurt’u tanıdığım günden beri olan ilişkilerimiz, ‘Türkiyeli yazarlar Çalışma Grubu’ndaki tavır ve davranışları üstünde düşündüm. Başlı başına bir yazın ekolu yaratmıştı, ama biz onun ayrımında değildik. O incelikli çalışma usulü ve davranışlarıyla sadece yazın kurallarını öğretmekle, bizi buradaki gelişmeleri günü gününe takip ederek alıp Anadolu’ya aktarmamıza teşvik etmekle kalmıyordu, yaşama sanatını da öğretiyordu bize. Her zaman dürüst olmayı, temiz olmayı, dara düşenden yana tavır almayı aşılıyordu. Ama biz, ondan alıp beynimizin
Burada unutmadan hemen önemli bir anımı ekliyeyim:
Herford’ta NRW Yazarlar Çalışma Grubu buluşmasındaydık. Çok fena bir kar ve rüzgârlık fırtına vardı. “Sakine, Molla gelin, bir konuşalım” dedi. Hemen yürüdük yanına “Sakine arkadaşların biri seni Münster’e bıraksınlar. Sende gel diyeceğim ama kış, fırtınalı ne olur, ne olmaz. Çocuklar bekler seni. Ben Molla ile Frankfurt’a oradan da Hessen’e gideceğiz” dedi.
Sonra Arkadaşlara döndü, “Siz programı sürdürün. Ben Molla ile Frankfurt’a gidiyoruz, yüreğimizin derinliklerine işlediklerimizin ayrımından değildik.
1980 Askeri Cuntanda İşkence ile kıyılan İlhan Erdost’un kardeşi Muzaffer Erdost ve İlhan Erdost’un eşi Gül Hanıma baş sağlığı dileyeceğiz “ Bu onun bir edebiyat çevirmenine, kitapçıya, yazara, aile dostuna nasıl bir önem, değer verdiğinin kanıtıdır.
O Almanya’da bizlerleydi ama yüreği, aklı Türkiye’deydi. Bu Avrupa ülkelerine göçen üç milyondan fazla insanımızın bir yandan Türkiye Edebiyat ve sanatını tanımak ve tanıtmak için teşvik etmeye çalıştı. Öbür yanda burada bu dilin yaşaması için burayı iyi gözleyen, analiz eden, Türkçe yazan yazın ve sanat adamlarının da çıkmasının önemini kavrayarak hareket etti. Çünkü yazını olmayan bir toplum, kültürünü, dilini tanıtamaz ve koruyamazdı. Onun için burada da yazına, sanata heves duyan insanları, daha da teşvik etmek ve desteklemek gerektiği bilincindeydi. Onun için onlarca insanın çalışmalarına önsöz yazdı, destekleyen, tanıtan yazılar yazdı. Zamanının büyük bir kısmını onlara ayırdı. Kültür ve Eğitim bakanlığın savsakladığı işi o planlı programlı olarak omuzlamıştı. Çünkü o devrimci bir yurtseverdi. Halkından gelen insanların bu toplumların içinde ikinci, üçüncü insan sınıfına düşmesini, boyunlarının bükük kalmasını istemiyordu. Hep halktan biri olarak kaldı. Egemen güçlerle hiç bir zaman barışık olmadı.
Türkiye’de zengin ve bürokrat ailelerden gelen yazar ve akademisyenlerin “Göçmen işçiden yazın ve sanat kadamı mı çıkar” diyenlere Kendisine Türkiye’nin seçkin yazarı Haldun Taner’in kendisine söylediği şu sözü hatırlatıyordu.”Efendim ben bir profesör oğluyum; siz bir çiftçi çocuğusunuz, belki ana babanız okuma bile bilmiyor. Bense kitapların içinde büyüdüm. Bir şeyler olmamda bunların büyük etkisi var. Biz yola koyulup en az beş yüz metre önden gidiyoruz. Siz sıfır metreden başlayıp bize yetiştiniz ve geçtiniz; dünya çapında bir olaydır bu. Rahmetli Tonguç Baba işte bunu başarmış bir büyük adamdır; anlıyor musunuz?”
Bu cümlelere şunu ekliyordu; “Bu günün koşulları yoksul halktan gelen çocukların benden daha hızlı koşma, varsılların çocukların önüne geçme olanaklar var. Yeter ki bu koşunun önemini içselleştirsinler.
O burada Almanya’da bizimle yaşıyordu, ama yüreği hep Türkiye ile birlikteydi. Türkiye’den birçok insan yazdıklarını değerlendirmek veya yayınlayacağı bir kitaba önsöz istiyordu. Zamanım yok demiyor. Bir örnek verecek olursam günümüzde Türkiye’de başarılı bir öykücü olarak tanınan Ali Balkız’ın ilk kitabını daha dosya halindeyken bana verdi. Ben ısrarla kitap olarak yayınlamasını söyledim. “O zaman Fakir Baykurt Hocama iletirsen, o beğenir ve bir önsöz yazarsa kitap olarak yayınlarım” dedi. Anlaştık. Yolladım. İşte bu Fakir Baykurt’un okuduktan sonra değerlendirmesidir. Elbette önsözü de yazdı. İşte onunla ilgili bana yazdığı Mektup bu:
Mutlaka okumayanlar Fakir Baykurt’un yazdığı o önsözü okumalılar.
Bu Mektubun önemli bir özelliği Fakir Baykurt’un nasıl bir yük altında kaldığıdır, yakınmıyor. Onun nasıl yüzlerce genç insanı yazın ve sanat alanına girmesi için bir sorumluluk taşıdığını, çaba gösterdiğini, bunun için zaman harcadığını gözlerimizin önüne seriyor.
Bu bir gerçektir ki Fakir Baykurt sadece bizim yazın alanında arkadaşımız değildi. O sohbetleriyle, esprileriyle, dostluk,, davranış ve dostluk ilişkileriyle kısaca yaşam biçimiyle bizim için bir okuldu büyük bir sevgi ve saygı kazanan öğretmenimizdi. Halende öyledir.
Neden mi? O, yüz yılardır susturulan, konuşmayı, direnmeyi unutan bir halkın içinden çıkmış ve halkına yeniden sahneye çıkmasını, konuşmasını, direnmesini öğretmiştir. Her insanın çağdaş bilimden, insanca yaşamdan yararlanması gerektiğini halkın diliyle, basit anlaşılır cümlelerle anlatmıştır. Onun Köy Enstütüsü ve TÖS, TÖB derdeki çalışmalarını Kemal Yalçın arkadaşım anlatacak ancak onunda affına sığınarak Fakir Baykurt’un TÖS davasında şöyle haykırdığını burada hatırlatmaktan yarar olduğunu düşünüyorum. ”Bizim başta gelen görevimiz; ona (yani halka), İngiltere’nin ve Amerika’nın coğrafyasıyla, ineklerin ve sineklerin anatomisini öğretmekten önce geniş anlamıyla politik bilinç kazandırmaktır… Egemen sınıfların kitap yasaklarıyla, bilgi sınırlamalarıyla bugüne kadar ‘sır’ gibi sakladığı bu bilinci halkımıza kazandıracağımız gün, dünyanın dönüşü değişecektir….” Burada açıkça sınıftan yana bilinçli bir gençlik istiyor. Halkının, ülkesinin yaşamının her alanıyla ilgilenmeyen bir eğitim ve gençliğin çağdaş bilinçten yoksun olacağını vurguluyor. Dünyada gelişmiş olan ülkelerin seviyesine varmanın, daha insanca yaşamanın yolunun eğitimde, bilimden geçtiğini açıklıyor.
Fakir Baykurt bir barış ve insan hakları savunucusuydu. 1980 Faşist Askeri Darbe ülkedeki tüm sendika ve sosyal kurumları dağıttı. Yöneticilerini tutukladı. Üniversitelerde çağdaş bilim adamlarını uzaklaştırdı, ceza evelerine koydu.
Fakir Baykurt, NRW Bilefeld kentinde tanıdığı dostlarıyla birlikte Bilefeld Üniversitesinin yönetimini ve İstanbul’da Büyüyen, Bilefeld Belediye Başkanı hanım Efendi’yi “Üniversite Özerkliği ve Niyazi Berker Panelini Düzenlemeye ikna etti.
Niyazi Berker yaşamını İngiltere’de yitiren bir demokrat ve Türkiye’deki Üniversitelerin gelişmesi ile demokrasi için çaba veren bir bilim adamıydı. Bu Panel için Türkiye’den Prof. Tarık Zafer Tunaya. Prof. Perten Naili Boratav Korkut Boratav, Mustafa Ekmekçi, Ilhan Selçuk gibi bilim ve yazın adamları davet edildi. Kendisi açılış konuşması yaptı. Bu etkinliğe benim ve Sakine’nin birlikte gelmemizi ve o günün fotoğraflarını da benim çekmemi istedi. Orada hem kendisi hem eşi Muzaffer Abla Mustafa Ekmekçi’nin en dar zamanlarda nasıl yanlarında bulunduklarını, İlhan Selçuk’un nasıl ceza evine kendisine mektup ve kitapları ullaştırdığını anlattılar. Beni ve eşim Sakine’yi bir an bile yanlarından ayırmadılar.
Nazım Hikmet’in 100. doğum günü kutlanmasını yanılmıyorsam Osman Okan’ın girişimiyle çalıştığı WDR Radyo ve TV. Kurumu ile yönettiği Kultur Forum Türkei Deutschland e.V. kutlamayı organize etmişlerdi. Nazım Hikmet’in eşi Vera Hikmet, ablası Samiye Hanım, Zeynep Oral, ve daha bir çok ünlü yazın ve sanat adamı davet edilmişti. Müzik işini Şenal Yurdatapan ve eşi Melika Demirağ üstlenmişlerdi. Bu tanınmış müzisyen çift 12 Eylül faşist rejimin sürgünleri olarak Köln’e gelip yerleşmişlerdi. Açılış konuşmasını Fakir Baykurt’un yapmasında Vera Hikmet ısrarcı olmuş. Fakir Baykurt’tan benim ve Sakine’nin kendisinin özel konukları olarak davet edilmemizi ve benim etkinliğin fotoğraflarını çekmemi söylemiş ve rica etmiş.
Fakir abiyle gittik. Burada Fakir Baykurt uzun bir konuşma yaptı. Nazım Hikmet ve Abidin Dino’nun yakınlığı, sanatı ve mücadelesi üzerinde durdu. Bürokrat ve varsıl ailelerden gelenler bu konuşmadan rahatsız oldular. Oradan ben Sakine, Samiye Abla, Vera ve Melika Demirağ bir araba ile Fakir abi başka bir arabayla Melika Demirağ’ın evine gittik. Orada varsılların rahatsızlığı dile getirilince “Boş verin unutun rahatsız olanları. Güzel bir etkinlikti. Organize edenlere teşekkür ediyorum.” dedi Fakir Baykurt. Vera kalktı ellerinden tuttu. “Tıpkı Nazım gibisin, olumsuzlukları değil hep olumlu yönlere bakıyorsunuz. Sizi büyük kılanda belki sizin bu yanınızdır” dedi
Ali Bozkurt ve Mustafa Gazalcı Öğretmen ceza Evinde çıktıktan sonra yeniden dağılan TÖB DER üyelerini bir öğretmenler çatısı altında toplamaya çalışmaya başlamak isteyince Almanya’ya geldiler. Fakir Baykurt ve bu Avrupa ülkelerinde yaşayan TÖS VE TÖB DER yönetici ve üyeleriyle görüşmek istemişti. Mustafa Gazalcı ile ilk görüştüğümüzde Fakir Baykurt’a sarıldı “Fakir Abi sana çok teşekkür ediyoruz. Bize ve tüm aydınlara ceza evinde büyük destek verdiniz. Verdiğiniz destekle moralimizi hep yüksek tutmayı başardık” demişti. Gözlerinden iki damla yanaklarına akmıştı.
Öğretmenlerin parçalanmadan yeniden örgütlenmesi üzerine gecenin geç saatlerine kadar konuşuldu. TÖBDER’in sanırım son başkanı olan Gazioğlu’nun bu buluşmaya gelmeyişine ve aranan telefonlara yanıt verilmemi olmasına Ali Bozkurt içerlenince daha sonra “Bir Uzun Yol’ kitabında yayınlanan şu dizeleri okudu:
“Candan dayanışmalar size / Netaş işçileri / Mangal yürekli kardeşlerim / Yılların susturmuşluğunu yendiniz …/ Çocuklarınızı kurtarmak için / Gerçek sendikanızın, öz partinizin özgürlüğü için Bugünü iyi, yarını iyi yaşamak için grevdesiniz / Gönüllerdesiniz.”
Bu dizelerle sadece Türkiye’den gelen örgütleyici öğretmenlerin kızgınlığını yumuşatmak olarak algılamadım, onun sevincinin en iyi göstergesinin toplu direnişlerin bireyden daha önemli olduğunu vurgulamak istemişti. Çünkü Netaş Fabrikasında işçiler greve başlayınca başladı yüzü gülmeye. Hepimizi ayrı ayrı arayarak onları desteklememizi ve bulunduğumuz yörenin sendikalarının dayanışma göstermeleri için çalışmamızı istedi.
Sabah kahvaltısında Almanya’da başta Almanya Sendikalar Birliği (DGB), Öğretmenler sendikası, olmak metal iş kolunda IG Metall’le sürdürdüğü ilişkileri anlattı. Burada bunları kalıcı olması için bu Avrupa ülkelerinde özellikle dil bilen, yazı yazan ve yazmaya hevesli olanlarla ilişkilerin ve teşvik edilmeleri üzerinde durdu. Sonra cebinde kendisinin üzerinde el yazısı bulan şiirlerimin birincisini kendisi okudu
birini de ben okudum.
Fakir Baykurt bunları Merhaba Gazetesi’nden benim bu iki şirimi kesmiş getirdi. Orada biz yurt dışında yaşayan devrimci, demokrat insanların, yazar ve sanatçıların nasıl yüreğimizin Türkiye’deki tutarlı, inançlı devrimci ve demokratlarla birlikte çarptığını anlatmak içindi. Elbette beni de çok sevindirdi ve mutlu etti.
Sabah kahvaltı masasında da Fakir Baykurt Hocamın isteğiyle ben Niğde Ceza evinde 6 Mayıs Günün idam edilen Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan’ı anmak için yazdığım SEVDANIN RENGİ adlı şiirimi okudum. Onu’da Mustafa Gazalcı aldı cebine koydu. Daha sonra çıkardıkları ABC Dergisi’nde yayınladı.
SEVDANIN RENGİ
Söyle bana rengi nedir sevdanın
Güzelliğin sevincin umudun
Güneşin yıldızın şafağın
Yaşamın rengi neyse odur sevdanın
Yine rengi olmalı bir sevdanın
Taşıyabilmek için acıları
Sevda ki yaşamın buzlu karakışında
Kızıl bir kardelen
Sevdadır özgürlük kavgasında
Zincire vurulmuş Nazım
Nurhak’ta Sinan
Ve darağacına yürüyen Deniz
Yeşillerin karalara boyandığı gecelerde
Umut çiçekleri gibi yıldız açan
Sevdadır ferman dinlemez dağlar eşkıyası
Şirin olup Ferhat’a Demirdağı deldiren
Duru bir gök mavisinde can veren ezgi
Her sabah yeniden yaşama götüren insanı
Sevdadır ayaklanışı Banaz’lı Pir Sultan’ın
Ona gönül veren halktı / darağacında asıldı İnan
Özgürlük örneği Kırşehir’de Hacı Bektaşi Veli
Boyun eğmedi zulme direndi oldu sultan
Sevda yüreklere çölde bir yudum su
Semahlarda halaylarda Bedreddin’dir hakkı çağıran
Acı yudum düşle gerçek arası
Özgürlük gülünün rengidir her zaman o
Kara çadırda bir yıldız Berivan
Gül açtı bahçede Yunus çile doldurunca
Sarı başak sultan ekili tarlada boy verince
Söyle rengi nedir sevdanın?
Oysa Hüseyin İnan, Yusuf Aslan ve Deniz Gezmiş’in anısına adanmış olan bu şiir 1975 yıllından bu yan birçok dergi ve gazetede yayınlanmıştı. Elbette ki değerli Sendikacı Öğretmen Mustafa Gazalcı bunları biliyordu.
Fakir Baykurt 12 Eylül darbesinin peşinden Kenan Everen Rejimi’nin estirdiği devlet terörünün karşısında sadece öğretmenlere ve öğretmen kuruluşlarını savunmakla yetinmedi. Kendisine yazdığım bir mektup üzerine şu ekli yazıyı, Cumhuriyet Gaetesi, Yazın ve Gerçek Dergisine yolladı:
attığım başka bir dosyadan Fakir Baykurt’un 12 Eylül sonrası ceza evinde kansere yakalanan Sadet Karaağaç ile ilgili yazdığı bir yazı geldi. Yeniden okuyunca o tarihte Fakir Baykurt ile birlikte yaşadığımız bir ananın çığlıklarını nasıl duyumsadığımızı, yeniden duygulandırdı beni. Fakir Baykurt şunları yazmıştı:
“Bir ana inliyor; Firdevs Ana: Oğlumun, beslenmeye ve temiz hava almaya ihtiyacı var. Gördüğüm yer bodrum katı. Havasız ve çok az ışık alıyor. Bal götürdüm, almadılar. Ceza evinde izin gerekiyormuş. Hastalığının nasıl başladığını bilmiyorum… Kurtulması için dışarı çıkması gerekiyor.”
Şöyle sürdürüyordu Fakir Baykurt hocam yazısını:
“Dostum Molla Demirel benden bir mektupla istekte bulunuyor. Bu istek kendisiyle ilgili değil. İki de gazete kesiği yollamış: ‘12 Eylül sıkıyönetim mahkemelerinden 36 yıl ceza giymiş Sadet Karaağaç ceza evinde kansere yakalandı. Ölümle pençeleşiyor. Kurtulmasına yardımcı olalım. Bir yazı yazın, imza verin, bir şey yapın lütfen Fakir Hocam’, diyor.
Bilen bilir, kuşkusuz arkadaşım Molla Demirel de bilir; şu yeryüzünde yazarların sözüne kulak asan yönetimlerde vardır. Onlarda zaten ölüm cezası da öldürme işkencesi de yoktur. İşlediği suçtan ötürü (eğer işlediyse) ceza alanlarda, kanser gibi, öldürücü hastalıklara yakalandılar mı, salıverilerek ölümü engellenmeye çalışılır….”
Elbette bu iki sayfalık yazıyı buraya hepsini almam mümkün değildir. Anlatmak istediğim, Fakir Baykurt’un savaş karşıtı ve barıştan yana bir yazar oluşuydu. O, doğada tüm bitkilerin, canlıların, dünyadaki tüm dillerin, kültürlerin korunmasından yanaydı. Toplumların özgürce, çağdaşça barış içinde yaşayarak gelişmesinden yanaydı.
“Evrensel Gazetesi’nde neden yazıyorsun” sorusuna verdiği cevap onun güçlü kişiliğini ortaya kor.
Ömrü boyunca güçlünün karşısında olmayı bilmiştir. Kalemini varsıla teslim etmemiştir. İşte “Türkiye Nereye Gidiyor” adlı eserinin arka kapağındaki şu sözler onun tüm yaşamının ilkelerini ortaya koyuyor:
“Evrensel gazetesinin foto muhabiri Metin Göktepe devletin karakolunda öldürülünce sözcüğün tam anlamıyla dondum kaldım. Bu nasıl memleket? Devletin karakoluna sağ giren yurttaş ölü çıkar mı hiç?
Bundan sonra Evrensel ‘den yazmaya başladım. Yakın okurlardan eksik olmasın, ‘niçin çok okunan bir yerde yazmıyorsun?” diyerek beni uyardı. Anlamıyorlar mı, Metin’in ölüsüne sahip çıkmak, daha yayım dünyasına adımını atar atmaz hakkında bir sürü dava açılan o gazeteyi, isterse tek okuru olsun, desteklemek istedim. Hem de ben ne zaman güçlüden yana oldum; sürekli zayıfların yanında, mağdurların kolundayım…”
Sivasta 35 yazar, sanatçı ve yakınları yakıldığında çok üzüldü. Özellikle iki hafta önce Fakir Baykurt Can Yücel ve Asım Bezirci birlikteydik. O olay çok etkiledi.
Sivas’tan Solingen’e başlığı altında DIDF Almanya’nın beş büyük kentinde o yangında kurtulan sanatçıları davet eden etkinlik düzenledi. İlk Etkinliğin açılış konuşmasını Köln’de Fakir Baykurt, İkincisinin açılış konuşmasını Bielefeld’e ben yaptım.
Kölnde Can Yücel’Baba’yı Güler Yücel Abla bana, ve Sakiney’e teslim etti, ona içki içtirmemek için. Ben onun önündeki içkileri masadan topladım. Sonra o odasına çıkınca gencin birinden istemiş. O genç gidip iki şişe viski getirmiş, oturup birlikte içmeye başlamışlar. Can Baba yatıyor sanıyorduk. Biz sabah kahvaltısındaydık. Biri geldi Can Baba’nin Alkol komasına düştüğünü söyledi. Fakir Baykurt önde, peşinde ben ve Sakine koştuk.
Can Yücel Altına kaçırmış ve kusmuş, iç giysileri ve yatak batmış. Dolapta bavulu, eşyası yok. Güller Ablayla Hollanda’ya Yeşiller kongresine giderken arabadan indirmeyi unutmuşlar. Fakir Abi Sakine’ye “çabuk, temiz giysi aldırt” dedi. Pazar günü, her taraf kapalı. Hele yakında bizimkilerden birinin Textil satan bir işletmesi varmış. Koşarak gitti temiz giysiler getirdi. Giysiler gelinceye kadar Can Yücel’e hiç birimizi yaklaştırmadı Fakir Baykurt, kendisi bütün vücudunu yıkadı, sildi. Sonra giydirdi.
Can Babanın yanına çok güvendiğimiz bir arkadaş bıraktık. Etkinliğin olacağı salona gittik. Tam etkinlik başlayacak Can Baba bir rüzgâr gibi daldı içeriye. “Ben seni bu dünyada hiç yalnız bırakır mıyım Fakir” dedi ve sarıldı Fakir abiye. Benimde Alnımdan öptü. “Güler’in bu askerini’de atlattım” dedi.
Hepiniz biliyorsunuzdur, Can Yücel Hastalanınca Fakir Abi çok üzüldü. Can Yücel için son olarak “Kanserin sağ yana sıçramasından yıkılmıştı. Sonuçları yorumlamasını isteyen bir gazeteciye; “Kendi düşen köyler, kentler ağlamaz!” diye yanıt verdi; Can bu! Seslenmek istiyorum ona: “Caan, ver şu kanserin yarısını bana! Yarısını olur mu, hepsini ver! Caan işitiyor musun?” diyerek yazısını tamamlar.
Elbette Can Yücel, Abidin Dino, Mustafa Ekmekçi ve İlhan Selçuk gibi candan dostlarının özel bir yeri vardı. Ancak bu bir gerçektir ki Fakir Baykurt tüm dost ve arkadaşlarına önem verirdi. Bizimde sadece arkadaşımız değildi. O sohbetiyle, derin bilgi ve gözlemleriyle, esprileriyle, kısaca yaşamı biçimiyle okulumuz ve öğretmenimizdi. Bu anma etkinlikleri de onun bu yapısını halen sürdürdüğünün bir kanıtıdır.
O sovyetler birliğinden, Hollanda’dan, Ayerbeycan’dan ’DDR ‘den yazarlar birliğinden ve başka ülkelerden olan, bilim adamlarını NRW Yazarlar Girişimine buluşmaya davet ettiğinde, toplantılarımızda görmediğimiz, Fakir Baykurt’a “Bu adam ne fakirlikten, ne de köylülükten kurtulmadı” diyenlerin gelip onun karşısından nasıl ceketlerini iliklediğini görmek beni şaşırtıyordu.
Bu yersiz, asılsız dedi kodulara kulaklarımı, gözlerimi kapalı tutuyordum. Bu konuşmalar üzerinde ne fakir baykurt ile nede bir başkasıyla konuşmamaya karlıydım. Ancak ona şu şiiri yazdım. Bu şiir yayınlanmadan önce NRW Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grişimi’ne büyük emeği olan Halit Ünal okudu. Sen Fakir Hocamıza atıfta bulunduğun bu şiir onu çok güzel tanımlıyor” dedi, Ben sustum. Yayınlanınca Fakir Baykurt okumuş. Çünkü o Türkiye’den yayınlanan hemen hemen tüm edebiyat ve sanat dergileri ona geliyordu. Telefonla aradı “adıma atıfta bulunduğun şiir için teşekkür ederim. Güzel bir şiir” demekle yetindi ve telefonu kapattı.
ATEŞ YORGUNU
-Fakir Baykurt’a –
Ateş Yorgunu Bakışların
Bulut Değil kirpiklerinden
Renkler cümbüşü sanki
Güneşten akan
Dolduruyor göğsümü
Hiç tanımadığım sevinç duyguları
Çocukların yüzündeki gülücük
Sevinç saçıyor yıldızlar
Bu yaz gecesi tepesine dostların
Ne demeli ama
Alına döküşmüş gümüş tellere
Yılların biriktirdiği sanki
Sevinci acının günlük defteri
Sen şiir gibi yalnızsın
Çınar ağacı
Gece uykusunda kuşlarla rüyaların
Yürek okşarken dalların hışırtısı
Anılarını arıyor rüzgârda solgun bir yaprak
Sararmış bakışların ateş yorgunu
Biz birlikte Frankfurt’a giderken bana sordu “Bu Ateş Yorgunu başlıklı şiirini yazmak nereden aklına geldi ve bana armağan ettin?”.
Ben yanıt veerecek bir sözcük bulamadı,durakladım. Biraz şaşırdığımı anladı, bu sorunun karşısında. “Şiiri sevdim. Ama neydi sana bu şiiri yazdıran” deyince toparladım kendimi.
Bende yukarda anlattığım şaşkınlığımı açıkladım.
Elini omzuma koydu. “Senin kulakların hep açık, iyi bir gözlemcisin. Bir yazarın, sanatçının başarısı için gözlem çok önemlidir. Çok az konuşmanın nedenini şimdi çok daha iyi anlıyorum. Lütfen sürdür bu gözlemini” dedi.
Kemal Yalçın mutlaka Fakir Baykurt’un TÖS ve TÖB DER mücadelesini anlatırken eğitim alanında -anlatacaktır. Sizin ve Kemal Yalçın’ın hoşgörüsüne sığınarak Fakir Hoca’nın eğitim alanında bize söylediklerinden birkaç cümleyide söylemeden geçmeyeceğim. Çünkü Fakir Hocamız “İçindeki çocuğu yitiren insandan ne kültür, yazın ne de sanat adamı olur, olsa da başarılı biri olmaz. Yeteneğini geliştirmek için her çocuk mutlaka doğayı, canlıları, hayvanları, halk ve çocuklara masallarını tanımalıdır. El becerisini öğrenen, geliştiren çocuk birçok alanda yeteneğini de geliştirir” diyordu. Torunum onu arayıp “Fakir Dede, gel, saz çal. Lütfen birlikte türkü söyleyelim” dediğinde hiç erinmiyordu. Ona saz çalıyordu. Torunu Türkiye’den geldiğinde bize geldiler. Taylanı Bremen Mızıkacılarına götürelim görsün Bremeni tanısın”dedi. Eşi Muzaffer abla çok sayıda Bremen’i dolaştığı için gelmedi Benim eski kitapçılar dükkanı olan Arkadaşım Romanı ve bir Eğitimci Ressam arkadaşımolan Dagmer ile birlikte gittik. Orada çok güzel bir gün yaşadık.
Işık oğluyla gelmişti. Kassel Kent Mimarisinin çok güzel olduğunu okumuş bir yerlerde. Bize geldiler. “Molla Kassel’e Işık ile gider misin, ben ve Muzaffer yorgunuz. Sakine’nin yanında biraz dinlenmek istiyoruz” dedi. Gittik o günkü Trene Jahudi Kökenli Alman Bayan Şair Else Lasker-Schüler adı verilmiş ve şair adına sanatsal etkinlikler ve sözcük yarışması düzenlenmişti. Ben ve Işık’ta eğlence olsun diye katıldık sözcük yarışmasına ikimizde kazandık. Yüzlerce Alman arasında kazanmamız tesadüfü bir şans oldu. Hava biraz soğuktu ama o şans bizi motive etti. Güzel bir gün yaşayarak eve döndük. Bunları sadece kent, mimarisine, kültürüne Fakir Baykurt’un her fırsatta değerlendirdiğini ve bunu çevresine de yaşatmaya çalıştığını vurgulamak için anlatıyorum.
Neden mi? O, yüz yılardır susturulan, konuşmayı, direnmeyi unutan bir halkın içinden çıkmış ve halkına yeniden sahneye çıkmasını, konuşmasını, direnmesini öğretmiştir. Her insanın çağdaş bilimden, insanca yaşamdan yararlanması gerektiğini halkın diliyle, basit anlaşılır cümlelerle anlatmıştır. O TÖS davasında şöyle haykırır.
”Bizim başta gelen görevimiz; ona (yani halka), İngiltere’nin ve Amerika’nın coğrafyasıyla, ineklerin ve sineklerin anatomisini öğretmekten önce geniş anlamıyla politik bilinç kazandırmaktı r…. Egemen sınıfların kitap yasaklarıyla, bilgi sınırlamalarıyla bugüne kadar ‘sır’ gibi sakladığı bu bilinci halkımıza kazandıracağımız gün, dünyanın dönüşü değişecektir….”
Burada açıkça sınıftan yana bilinçli bir gençlik istiyor. Halkının, ülkesinin yaşamının her alanıyla ilgilenmeyen bir eğitim ve gençliğin çağdaş bilinçten yoksun olacağını vurguluyor. Dünyada gelişmiş olan ülkelerin seviyesine varmanın, daha insanca yaşamanın yolunun eğitimde, bilimden geçtiğini açıklıyor.
Fakir Baykurt gittiği dersliklerde çocukların yaptığı resimlerden ve yazdıkları yazılardan güzel yeni bir sözcük bulduğu zaman onu derler gittiği yerlerdeki çocuklara onları, gösterir ve okurdu. Bu alışkanlığı çocukları içinde böyleydi.
Eski Sovyetler birliğinde Yeltsin ve Gorbaçov egemenliği tamamen ele geçirince tüm batı medyası bunları desteklemek için yarışıyordu. Batı ülkelerinde sermayeyi elinde bulunduranlar Sovyetlere yatırım yapmak için yarışıyorlardı. Fakir Baykurt’un oğlu Tonguç bir yarışmaya yaptığı bir pasta resmiyle katılmıştı. Renkli bir pasta üzerinde Sosyalist Sovyetler Birliği’nin kısa adı ve bir pasta kesme bıçağı vardı. Bu çalışma birincilik alınca çok mutlu oldular. Bana o birinciliğin yer aldığı derginin sayfasını getirdi “Molla bunu fotoğrafla ve fulye, geçirir misin” dedi. Ve fulyadan birkaç adet istedi. Onları dersliklerde kullandı.
Oğula son nasihat mı bu söyledikleri, bilmem. Ancak F. Baykurt’un bu düşüncesini hastanendeyken oğlu Tonguç’a şu isteğiyle pekiştiriyor:
“Sen güzel desenler çiziyorsun. Şimdi de Filim Rejisörü oluyorsun. Daha okulun bitirmeden bir kaç ödül aldın. Ancak hiç bir zaman sanatını bir kaç entelektüelle, varsıla sunma. Daima yoksul olan milyonları gör. Onların kolunda, içinde ol. Benim için o halklar bir okyanus, bense içinde bir balık oldum. Görüyorsun sonuçta ortaya çıkan çalışmalarımı…”
Sonra cümlelerini şöyle noktalıyor:
“Her çocuk okumalı, adam olmalı. Bilgisiz kişi eksik adamdır. Çocuklar eksik yetişmemeli. Tüm dilleri ve halkları sevmeli. Çocuklara sevdirin başka kültürleri ve dilleri…”
Zaten “Türkiye Nereye Gidiyor” adlı eserin arka kapağındaki yazısı şu cümlelerle bitiyor:
“Kalemimi, insan haklarına saygısızlık bitsin, öl dürümler dursun, ülkemize bir an önce barış gelsin diye sivriltiyorum. Okurlarımı, yaşam koşulları, para durumları ne olursa olsun, okuyup öğrenmeye çağırıyorum.”
Fakir Baykurt, yakınlarının, dostlarının, önemli günlerini unutmazdı, okumaya gittiği yerlerden döndükten sonra mutlaka bir mektup yazarak emeği geçenlere teşekkür ederdi. Darda olanlar, hasta olanlara elini uzattırdı.
Başta Sami Kocagöz olmak üzere, onlarca dostu ve arkadaşına özellikle tutuklu sanatçıları yukarda Öğretmen Mustafa Gezalcı’nın vurguladığı gibi yazdığı mektuplarla, yolladığı ilaçlarla destek ve dayanışmada bulunurdu…
Kısaca özetlersek F. Baykurt 70 yıllık yaşamında hep emekçiden, işçi sınıfından yana oldu. Onların sorunlarını sanatın merceğinden süzerek edebiyatımıza aktardı. Bu tavrıyla sadece aydın bir yazar olmakla kalmadı, bir örgütleyici, bir eylem ve dava adamıydı. Bu mücadelenin içinde her devrimci gibi oda korkunç saldırılara uğradı. Yakılmak, kurşunlanmak, bıçaklanmak istendi. Zorla, tehditle susturulmak istendi. Çok acılar çekti, ama hiç boyun eğmedi, susmadı. Halkının, haklının, sömürülenlerin yanında oldu, İşçinin, emekçinin dili oldu. Nefesini verdiği son ana kadar halkların yazarı olma gururunu taşıdı. Şimdi 90 yaşında bizim ve gelecek nesillerin yüreğinde hep yaşayacağına inaniyorum.
Fakir Baykurt ve eserleri hakkında yüzlerce, edebiyatçı, eleştirmen, aydın, politikacı yazdı. Onun daha derlenip toplanmayan yazıları, çalışmaları derlendiğinden, yayınlandıkça daha onlarca eseri yayınlanmış olmakla kalmayacaktır. Daha yüzlerce yazın adamı ondan yararlanacak ve onun hakkında yazacaktır.
Bütün bunları kısaca özetlersem o bize sadece yazın alanında gerekli olan kuralları öğretmekle kalmadı, okulumuz, öğretmenimiz ve en içtenlikle güveneceğimiz her konuyu kendisiyle konuşabileceğimiz arkadaşımız oldu. Bize örgütlenme ve yaşama sanatını da öğreten insandır.
Sözü yine Fakir Baykurt’un dizeleriyle bitirelim.
“Yurtta Barış, Dünyada barış demez miydi Türkiye
Kadın, erkek işçi, asistan, aydın….”